22 Şubat 2008 Cuma

Türkiye'de Batılılaşma Hareketinin Başlaması

Türkiye'de Batılılaşma Hareketinin Başlaması
13. yüzyılın sonlarında 14. yüzyılın başlarında kurulan Osmanlı Devleti kısa sürede hızla büyüyerek dünyanın en güçlü devletlerinden biri oldu. Ancak bu gücünü uzun süre koruyamadı. Önce duraklama daha sonra gerileme ve nihayet parçalanma sürecine girdi.
17. yüzyılın sonlarında toprak kaybetmeye başlayınca geri kaldığının ayırdına varan kimi devlet yöneticileri yeniden eski güce özlem duymaya başladı. Bunun için de bazı kurumlarda reform yapmak istediler. Böylece ülkede batılılaşma isteği filizlenmeye başladı. Bu ünitede İmparatorluktan Cumhuriyete uzanan çizgideki batılılaşma hareketlerini inceleyeceğiz.
2. Tanzimat Öncesi Batılılaşma Hareketleri
Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyıla dek dünyanın büyük devletlerinden biriydi. Ancak bu yüzyılın sonlarında ülke küçülmeye başladı. Karlofça antlaşmasıyla başlayan toprak kaybı, devlet adamlarını derin derin düşünmeye yöneltti. Toprak kayıplarının, nedeni ordunun savaş alanlarında yenilmesiydi. Bu tespit, olgunun bir
yüzünü, askerî yönünü dışa vuruyordu. Oysa sadece askeri örgütler değil devletin çeşitli kurumları çağın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaklaşmıştı. Ancak bunu görmek isteyenlerin sayısı son derece azdı. O nedenle Osmanlı İmparatorluğunda ki çağdaşlaşma hareketi askerî alanda başlatıldı. Amaç imparatorluğu eski gücüne kavuşturmaktı. Tanzimat devrine gelinceye kadar ülkede bazı yenilik hareketlerine girişildi. Ancak bunlar plânlı programlı çalışmalar olmadığı için, sadece yeniliği başlatan devlet adamının yaşamıyla özdeşleşti. Yenilikçi kişinin ölümü ile yenilikler de ortada kaldı.
2.1. Askerî Alanda Yapılan Yenilikler
Gerilemeden kurtulmak için yapılan yenilikler önce askerî alanda görülür. Bu yolda ilk çabalar Hendesehane (1731)yi açan I. Mahmut’a dek gider. Hendesehane'de orduya fen öğrenimi yapmış elemanlar yetiştirilmeye başlanırsa da Bu kurum, yeniçerilerin muhalefeti yüzünden çok geçmeden kapanır. Daha sonra Padişah III. Mustafa, Osmanlı donanmasının Ruslarca yakılması üzerine denizcilikte yenilik yapmanın gerekliliğini anlar. Bu amaçla 1773’te Fransızların yardımıyla Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’un kurulmasını sağlar.
Çağdaş bilgilerle donatılmış Mühendishane-i Bahr-i Hümayun, kütüphanesiyle, araç gereciyle, eğitim kadrosuyla Türkiye’de kurulmuş batı tarzındaki ilkokul özelliğini kazanır.
III. Selim padişah olunca, devletin yaşaması için kalıcı yeniliklerin yapılmasını kararlaştırdı. Bu amaçla görevde olanlardan, daha önce devletin çeşitli kademelerinde bulunanlardan birer rapor istedi. Elde edilen raporları oluşturduğu bir danışma meclisinde tartıştı. Sonunda Yeniçeri Ocağının yanında Nizam-ı Cedit adıyla yeni bir askeri gücün oluşturulmasına karar verdi. Böylece modern bir ordunun temelleri
atıldı. Ardından bu orduya hizmet verecek elemanları yetiştirmek için Mühendishane-i Berr-i Hümayun açıldı (1795). Daha sonra da hem donanma, hem bütün ülke için hekim yetiştirmek üzere Tıphane kuruldu (1806). III. Selimi'n çalışmaları, yeniliklere açık olmayan bozuk düzenden yarar sağlayan unsurların tepkisine yol açtı.Bunlar isyan ederek III. Selimi öldürdüler; yenilikleri durdurmaya çalıştılar. Ancak, Alemdar Mustafa Paşa'nın ordusuyla İstanbul’a gelerek olayları yatıştırması II. Mahmut’u tahta geçirerek kendisinin de sadrazamlık görevini üslenmesi yeniliklerin devam ettirilmesine olanak sağladı. II. Mahmut, yıllardan beri ülkede yapılacak yeniliklere ayakbağı olan Yeniçeri Ocağını 1826’da, yeniçerilerin ayaklanmasını bahane ederek kaldırdı. Onun yerine çağdaş
ölçülere uygun Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir ordu kurdu.
2.2. Yönetim Alanında Yapılan Yenilikler
İlk kez III. Selim döneminde Paris, Berlin, Viyana gibi Avrupa başkentlerinde elçilikler açıldı (1793).
Osmanlı İmparatorluğunun Batı ülkelerinde elçilikleri yoktu. Bu nedenle batılı devletlerdeki gelişmelerden, onların Osmanlı İmparatorluğuna yönelik amaçlarından doğru bilgi almakta zorlanıyordu. Bu nedenle III. Selim belli başlı bazı Batılı devletlerin başkentlerinde elçilikler açmayı kararlaştırdı. II. Mahmut bunu daha da geliştirdi.
Böylece Batılı devletlerden aracısız somut bilgiler alınmaya başlandı. Buralara giden elçiler ve onların yanında bulunanlar yabancı dil öğrendiler. Avrupa başkentlerine gönderilen elçiler, elçilik görevlerinin dışında yeniliklere de
katkıda bulundular. Devlet bürokrasisini düzene sokmak isteyen II. Mahmut, Fransa'yı örnek alarak hükümet
sistemi oluşturdu. Hariciye, Dahiliye başta olmak üzere çeşitli nazırlıklar kurdurdu.
Şeyhülislamlık makamını Fetvahane adıyla devlet dairesi konumuna getirdi. Ayrıca Dâr-ı Şûra-yı Askerî, Dâr-ı Şûra-yı Bab-ı Ali ve Meclis-i Vâlâ adlı meclisler oluşturdu. Daha sonra kamu hizmeti görenlerle ilgili yasalar çıkarıldı: Tarik-i İlmiyeye Dair Ceza Kanunname-i Hümayunu, Memurîne Mahsus Ceza Kanunu
(1838). Böylece hukuk devletine gidiş için adımlar atılmaya başlandı.
2.3. Toplumsal Alanda Yapılan Yenilikler
Yenilikler toplumsal alanda da kendini gösterdi.
Bu dönemdeki yeni işlerden biri, 1831’de Türkiye’de ilk kez nüfus sayımının yapılmasıdır.
Ancak askerlik yükümlülüğü olmadığı için kadınlar sayılmamıştır. 1834’te posta sistemi kurulmuştur. Toplumsal alandaki yenilikler yaşam tarzında ve kıyafette de kendini gösterdi.
Yeni ordunun ceket ve pantolondan oluşan bir üniforma giymesi bu dönemde
kararlaştırıldı.
Sonra buna fes eklendi. Daha sonra bir yönetmelik çıkarılarak, sivil kesim de yeni kıyafete yöneltildi. Ulema
dışındaki memurlar için fes zorunlu tutuldu. Yalnızca ulemanın cübbe ve sarık kullanmasına izin verilirken, bunun dışındakiler için redingot, pelerin, pantolon, siyah derili potin kullanılması uygun görüldü. Önce Sultan II. Mahmut ve saray çevresi bu giysileri giydi. Sonra memurlar da böyle giyinmeye başladılar. Öte yandan divan ve yastıkların yanında Avrupaî tarzda masalar, sandalyeler ve koltuklar kullanılmaya başlandı. Artık sarayda yabancı diplomatlar Avrupa protokolüne göre kabul ediliyordu. Padişah yeniliklere öncülük ediyor opera ve balelere gidiyor, yabancı elçiliklerde verilen resepsiyonlara katılıyor sakalını keserek yurt içinde gezilere çıkıyordu.
2.4. Kültürel Alanda Yapılan Yenilikler
Bu dönemde yapılan kültür alanındaki yeniliklerin başında matbaanın kurulmasını saymak gerekir. Çünkü yazılı kültürün gelişmesi, paylaşılması ve üretilmesi buna bağlıdır. İmparatorluk içinde Paris Elçiliğinde görevli Mehmet Sait Efendi ile İbrahim Müteferrika’nın ortak çabasıyla 1727’de ilk kez Türkçe basım yapan bir matbaa kurulmuştur.
Matbaanın çağdaşlaşmadaki yerini arkadaşlarınızla tartışınız.
Bu dönemde pek çok yeni okul açıldığını görüyoruz. Yukarıda andığımız askerî okullardan başka da askerî ve sivil okullar açıldı. II. Mahmut döneminde orduya hekim yetiştirmek üzere Askerî Mekteb-i Tıbbiye açıldı (1827). Sonra, bando için müzik elemanı yetiştirmek üzere Mızıka-i Hümayun (1831), ordunun subay kadrosunu hazırlamak için Mekteb-i Harbiye (1834) gibi yüksek okullar kuruldu. Bu okullarda yabancı dile büyük önem veriliyordu. Kimilerinde derslerin bir bölümü Türkçe, bir bölümü Fransızca idi. Zaten 1821’de kurulan Tercüme Bürosu da âdeta bir yabancı dil okuluydu. Öte yandan yurt dışına daha çok Fransa’ya öğrenci gönderiliyordu. Böylece aydınlar arasında Fransızca hızla yayılıyordu. Elçilik heyetlerinden birçok kişi de dil öğrenerek ülkeye dönüyordu. Böylece gerek yeni okullar, gerekse elçiliklerde çalışanlardan dil öğrenenler sayesinde Batı kültürü de yavaş yavaş Osmanlı İmparatorluğuna girmeye başladı.
1824’te eğitimle ilgili önemli bir yenilik yapıldı: İstanbul içinde ilköğretime zorunluluk
getirildi.
1838’de ilk ortaöğretim kurumu olan rüştiyelerin açılması kararlaştırıldı. Ancak uygulama 1847’de gerçekleştirilebildi. Yalnız, Mekteb-i Maarif-i Adliye, Mekteb-i Ulûm-u Edebiye adlarıyla açılan iki orta dereceli okul ile bu eğitim için hazırlığa başlandı (1838-1839). Medrese dışındaki eğitim Nafia Nezaretine bağlandı. Devlet, gereken elemanları medrese dışında kendi kurduğu okullarda yetiştirmeye başladı.
Türkiye’de gazetecilik 1831’de çıkarılan Takvim-i Vekayi ile başlamıştır.
II. Mahmut döneminde kültürel alanda yapılan yeniliklerden biri de Takvim-i Vekayi adıyla resmî nitelikte bir gazetenin çıkarılmasıydı. İzmir’de ve İstanbul’da Fransızca, hatta Mısır’da Arapça gazeteler çıkarılıyordu. Mahmut’un bunlardan örnek alarak resmî nitelikte de olsa böyle bir adımı atması isabetli olmuştur. Her ne kadar
sözkonusu gazete devletin resmi işlerine ağırlık vermiş ise de zaman zaman Avrupa devletlerindeki gelişmelerden, teknolojik yeniliklerden söz etmiş ve bazı çağdaş kavramları Osmanlı aydınına tanıtmıştır.
3. Tanzimat Döneminde Batılılaşma Hareketleri
Paris ve Londra elçiliklerinde bulunmuş olan Hariciye Hazırı Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı İmparatorluğunda Tanzimat Dönemi olarak tarihe geçecek bir olayı başlatmıştır. 3 Kasım 1839’da Gülhane Hatt-ı Hümayunu adı verilen bir belgeyi devlet ileri gelenlerinin, yabancı elçilerin, halkın önünde okumuştur. Daha önce başladığını gördüğümüz yenilik hareketlerinin bu fermanla genişletilerek sürdürüleceğini açıklamıştır.
“Tanzimat “, düzenlemeler demektir. Her alanda düzenlemeler yapılacağının
duyurulduğu bu fermanı Tanzimat Fermanı; bu fermanın ilânıyla başlayan döneme
de Tanzimat Dönemi denir.
Fermanın en dikkat çekici yanı , Osmanlı Devleti’nin, batılı devletlerin anayasalarında yer alan insanın temel hak ve özgürlüklerinin korunması ilkesini kabul etmesi ve bunu resmî bir törenle duyurmasıdır. Böylece İmparatorlukta Hukuk devletine doğru bir yöneliş de başlamıştır. Tanzimatla gelen yenilik ve düzenlemeler, hemen hemen yaşamın her alanını kapsamıştır.
Tanzimat döneminde yapılan yenilikler nelerdir?



3.1. Yönetim Alanında Yapılan Yenilikler
Tanzimat Fermanında, batılı anlamda bir düzene duyulan gereksinim açıkça belirtilmişti. Önce yönetim merkezi olarak Babıâli güçlendirildi. II. Mahmut zamanında kurulmuş olan Meclis-i Ahkâm-ı Adliye yeniden düzenlendi. Yeni meclislerin kurulması kararlaştırıldı. Ceza ve ticaretle ilgili yasalar çıktı (1840’ta Ceza Kanunnamesi, 1850’de Ticaret Kanunnamesi). Osmanlı yurttaşı olan herkesin yasa önünde eşit olduğu vurgulanıyordu. Ayrıca üyeleri arasına yabancıların da katıldığı karma ticaret mahkemeleri kuruldu. 1864’te Vilayet Nizamnamesi çıkarıldı. Ülke vilayetlere, vilayetler sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar da karyelere (köylere) ayrıldı. Vilayetlerin başına valiler, sancakların başına mutasarrıflar, kazaların başına da kaymakamlar getirildi. Ayrıca kazalarda, sancaklarda ve vilayetlerde birer idare meclisi kuruldu.
3.2. Ekonomik Alanda Yapılan Yenilikler
Osmanlı yöneticileri devletin düzlüğe çıkabilmesi için ekonomik kaynakların verimli hâle getirilmesini istiyorlardı. Bu nedenle de vergi düzenini çağdaşlaştırmaya karar verdiler. Çünkü hem yeterince vergi toplanamıyor, hem de vergi toplayıcıların baskısı yüzenden devletle halk karşı karşıya geliyordu. Bunu önleyebilmek için merkezden sancaklara "muhasıl" adıyla birer memur atandı. Bu memurun başkanlığında Muhasıllık Meclisi adı verilen bir meclis kuruldu. Fakat beklenen vergi toplanamadı. Vergi sistemi büyük ölçüde değiştirildi.
1841’de ilk kağıt para çıkarıldı. Hazine bonosu biçimindeki bu paranın adı "kaime" idi.
Fakat beklenen sonuç alınamayınca, 1844’te kaldırıldı. Bankalar kurulmaya başlandı. İlk kurulan banka olan İstanbul Bankası çok geçmeden kapandı. Menafi Sandığı adıyla kurulan kurum ise Ziraat Bankasına dönüştürüldü. Ülke ekonomisinin kötüye gitmesi üzerine İngiliz ve Fransız firmalarından borç para alındı.
Böylece ilk borç para Tanzimat döneminde alındı.
Fakat faizleriyle birlikte büyük bir sorun olan bu borç, sonunda devleti iflâsa sürükledi ve 1881’de Düyun-ı Umumiye’nin kurulmasına yol açtı.
3.3. Askeri Alanda Yapılan Yenilikler
Ordu, başlarında müşirlerin bulunduğu beş ordu biçiminde düzenlendi. Adı Asakir-i Nizamiye-i Şahane çevrildi. Askerlik süresi beş yıl olarak belirlendi. Askere alma işi kuraya bağlandı.
3.4. Toplumsal Alanda Yapılan Yenilikler
Toplumsal alanda ilk dikkati çeken, yenilikler haberleşme ve ulaşımdaki gelişmelerdir. Bu dönemde yeni posta istasyonları kurulmuş, postanın sağlıklı yürümesi için yeni yollar yapılmış, telgraf idaresi kurulmuş. Deniz ulaşımında gelişmeler olmuştur. Demiryolları da ilk kez bu dönemde yapılmaya başlamıştır. Kentlerde belediyeler kurulmuştur.
3.5. Kültürel Alanda Yapılan Yenilikler
Kültürel yenilikler edebiyat, eğitim ve gazetecilik olmak üzere üç alana yayılmıştır. Edebiyattaki yenilikleri sonraki ünitede göreceğimiz için, burada onlara yer vermeyeceğiz. Eğitim ve gazetecilikte görülen başlıca yenilikleri şöyle özetleyebiliriz:
3.5.1. Eğitim
1846’da Meclis-i Maarif-i Umumiye kuruldu. Bu kurum daha sonra nazırlığa dönüştürüldü (1846). Bu, Türkiye’de ilk eğitim bakanlığı demektir. Rüştiyelerin sayısı artırıldı. Daha önemlisi ilk kız rüştiyesi İstanbul’da kuruldu (1858). Rüştiyenin üzerinde öğretim yapan idadîlerin ilki ise 1873’te kuruldu. Öte yandan Robert Koleji, Galatasaray Sultanîsi ve Darüşşafaka adlarında üç özel okul açıldı.
Tanzimat döneminde eğitim konusunda görülen önemli atılımlardan biri de öğretmen
yetiştirmek için okullar açılmasıdır. Darülmuallimîn-i Sıbyan, sıbyan adı verilen okullara, Darülmuallimîn-i İdadî de idadîlere öğretmen yetiştirmek için kurulan okullardır (1868). Darülmuallimat ise kız çocuklara bayan öğretmen yetiştirmek için açıldı (1870). Mesleğe yönelik eğitimde de ilerleme kaydedildi. 1859’da, sonradan Siyasal Bilgiler Fakültesine dönüşecek olan Mekteb-i Mülkiye kuruldu. 1875’te askerî rüştiyeler öğretime başladı. Daha sonra başka meslek okullarının açılması sürdü.
Yükseköğretimin ne durumda olduğunu biliyor musunuz?
1846’daki ilk denemeden sonra 1870’te Darülfünun (üniversite) kurulmuştur. Ancak kimi medresecilerin iftiraları üzerine ertesi yıl kapatılır. 1876’da yeniden aynı adla açılır. 1851’de üniversitede okunacak kitapların hazırlanması için kurulan Encümen-i Daniş ise bilim akademisi niteliğinde önemli bir kurumdur. Ayrıca bu dönemde azınlık ve yabancı okulları da eğitim dünyasında yerini almıştır.
3.5.2. Gazetecilik
Türkiye’de yayımlanan ilk Türkçe gazetenin 1831’de çıkan resmî gazete Takvimi Vekayi olduğunu yukarıda görmüştük. Tanzimat döneminde çıkan ilk gazete ise alım-satım, kira ilânları, yangınlar, hırsızlık olayları gibi haberlerin yer aldığı yarı resmî Ceride-i Havadis’tir (1840). Bu resmî, yarı resmî gazetelerde zaman zaman
yabancı dilde yayımlanan gazetelerden yapılan çeviriler yayımlanır; böylece batıdan haberler, bilgiler verilirdi. Ceride-i Havadis’i bir meslek gazetesi olan Vekayi-i Tıbbiye izledi.
Türkçe özel gazeteler ne zaman çıkmaya başlamıştır?
Türkçe özel gazeteler 1860’tan sonra çıkmaya başlamıştır. İlki, Agâh Efendi ile Şinasi’nin çıkardıkları Tercüman-ı Ahvâl’dir (1860). İlk edebî tefrika da burada yayımlanır. Bu, Şinasi’nin Şair Evlenmesi adlı oyunudur. Gerçekte, o dönemde hemen bütün yazarlar, ilk edebî yazılarını gazetelerde yayımlamışlardır. Bu nedenle Tanzimat döneminde gazetecilik, edebî açıdan çok büyük önem taşır. Tanzimat edebiyatının yazarları, edebî eserlerinin çoğunu gazetelerde yayımlamakla kalmamış; kendileri de gazete çıkarmışlardır. Örneğin ikinci özel gazete olan Tasvir-i Efkârı Şinasi kurar (1862). Sonra Şinasi’nin Paris’e kaçması üzerine, gazete Namık Kemal’e kalır. Abdülaziz’in baskıcı yönetiminde birçoğu yurtdışına kaçan yazarlar, gittikleri yerlerde de gazete çıkarırlar. Ziya Paşa ile Namık Kemal 1868’de Londra’da Hürriyet adında bir gazete kurarlar. Bu gazeteyi Ziya Paşa Cenevre’de de çıkarır. Namık Kemal Avrupa’dan dönünce İbret adlı gazeteyi çıkarmaya başlar. En önemli siyasal ve düşünsel yazılarını da burada yayımlar. Kültürel gelişimin önemli ögelerinden biri olan dergicilik de bu dönemde ortaya çıkmıştır. İlk dergi Münif Paşa tarafından çıkarılan Mecmua-i Fünun'dur. Onu resimli olarak çıkarılan Mirat izlemiştir. Bu dönemde vilayetlerde birer matbaanın kurulması ve gazete çıkarılması, vilayet
yıllıklarının hazırlanması kültürün gelişimine önemli katkılar sağlamıştır.
4. Birinci ve İkinci Meşrutiyet Döneminde
Batılılaşma Hareketleri
Mutlak monarşi kimlerin çabasıyla yıkıldı?
Mutlak monarşik temeller üzerine kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğunda 19. yüz yılın ikinci yarısında bir grup genç yeni bir arayışa girdi. Öncülüğünü Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa, Mithat Paşa gibi aydınlar ülkenin düzlüğe çıkıp eski gücüne ulaşabilmesi için mutlak yönetimden vazgeçip meşruti sisteme geçilmesini
düşünüyorlardı. Bunu düşüncede bırakmayıp, Genç Osmanlılar adıyla gizli bir örgüt kurarak gerçekleştirme yollarını arıyorlardı. Ülke meşrutî sisteme geçecek olursa anayasalı ve halkın temsilcilerinden oluşan parlamentolu bir sistem egemen olacaktı. Adı geçen kişilerin özverili çalışmaları ve bazı asker ve sivil bürokratların desteklemesiyle meşrutî sisteme karşı olan Abdülaziz tahtan indirilerek, yerine V. Murat geçirildi. Ancak sağlığının giderek bozulması üzerine II. Abdülhamit tahta çıkarıldı. Başlangıçtaki iyi ilişkiler zamanla bozuldu. Abdulhamit tahta otururken Anayasayı ilân edeceğine dair söz vermesine karşılık, bu sözünü yerine getirmekten kaçınıyordu. Bu da gençlerle ilişkisini bozuyordu. Nitekim asker ve sivil güçlerin baskısıyla 1876’da Anayasayı ilan etti. 1877 Martında da Parlamentoyu açarak meşrutî sistemin çarklarını işletmeye başladı. Ne yazık ki parlamentonun ömrü kısa sürdü. Osmanlı - Rus savaşını bahane eden Abdülhamit Parlamentoyu tatil etti, Anayasayı uygulamaktan vazgeçti. Bu durum ülkede yeni bir özgürlük mücadelesinin doğmasına yol açtı.
İkinci kez meşrutiyetin ilanını sağlayan güçler kimlerdi?
1889’da İttihat ve Terakki Cemiyeti kurularak, Abdülhamit istibdadını yıkıp, yerine meşrutî sistemi geçirme amaçlandı. Nitekim 23 Temmuz 1908’de Anayasa’nın yürürlüğe girmesi sağlanarak ülke yeniden meşrutî sisteme kavuşturulacaktır. 1876’dan başlayarak 1908’e kadar ülkede siyasal haklar askıya alınırken, çeşitli alanlarda yeniliklere hız verilmiştir. Özellikle eğitim alanında önemli gelişmeler olmuş ve her düzeyde çok sayıda okul açılmıştır. Ancak bu okullardan yetişenler mevcut siyasal sistemle uyuşamamışlar ve anayasanın yeniden yürürlüğe konması için gizliden gizliye büyük bir mücadele içine girmişlerdir. İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleşen yurt içinde ve yurt dışında özgürlük mücadelesi veren muhalif güçler ordudan aldıkları yardımla istibdat yönetimini yıkarak, 23 Temmuz 1908’de anayasanın yeniden yürürlüğe girmesini sağlamışlardır. İstibdat yönetimi yıkılınca onun dayanağı olan hafiye örgütü ve sansür de kaldırılmıştır. Ülkenin kurtuluşu için insanlar görüşlerini daha rahatça ortaya koyma imkânı bulmuşlardır. Böylece Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük ve batıcılık gibi çeşitli fikir akımları doğmuştur. Bu fikir akımları siyasal kültürün gelişimi yanında Türk edebiyatının gelişimine de
önemli katkılarda bulunmuşlardır. Örgütlenme hareketi hızlanmış çeşitli dernek ve cemiyetler kurularak, ülke aydınları buralarda bir araya gelerek ülke sorunlarını tartışmışlardır. Sansür kaldırıldığı için siyasî, edebî, sanatsal yayın organların sayısı giderek artmış; ülkede âdeta bir fikir seli boşanmıştır. Kültürel değerlerin ortaya çıkarılması için ciddi girişimler başlatılmış; Milî Kütüphane , Millî hazine-i Evrak, Millî Musikî, Millî Filmcilik, Millî Coğrafya cemiyetlerini kurmuştur. İttihatçılar eğitim üzerinde durmuşlar, onu millîleştirmeye ve kısıtlı da olsa laikleştirmeye çabalamışlardır. Kızların eğitimine önem vermişler, darülfünunda kızlar için bölüm açmışlardır. Kızların doktorluk
yapmalarına izin verilmiştir. Kadın hakları konusunda gelişmeler olmuştur. Böylece ilerde Atatürk döneminde yapılacak devrimlere bir zemin oluşturulmuştur. İkinci Meşrutiyet boyunca devleti çağdaşlaştırma çalışmalarına devam edilmiştir. Parlamento kavramı yerleştirilmiş, siyasal partiler kurulmaya başlanmış; Anayasada bazı değişiklikler yapılarak siyasal sistem parlamenter sistem, hâline getirilmiştir. İttihatçılar millî iktisat politikası adıyla bir ekonomi politikası belirlemişler; fakat uygulamaya koyamamışlardır. Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları İttihatçıların çeşitli alanlarda yapmayı düşündükleri reformları engellemiştir. İttihatçılar askerî alanda da birçok yenilik yapmayı plânlamışlar ve bu amaçla İngiltere,Fransa ve Almanya’dan çeşitli uzmanlar getirmişlerdir.



5. Cumhuriyet Döneminde Batılaşma Hareketi
Cumhuriyet’e gelinceye dek, batılılaşma, gerilemeye başlamış olan Osmanlı Devletindeki bu geriliğin nedeni olarak görülen kurumların yanına batı tarzı kurumları koymak olarak görülüyordu. Ancak belli alanlarda yeni kurumlar açmak, çağdaşlaşmak için yeterli olmuyordu. Eski ile yeninin bir arada oluşu, yenilik hareketlerini
baltalıyordu. Batılılaşma, Kurtuluş Savaşının ardından Osmanlı İmparatorluğunun sona erdirilip, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile yeni bir döneme girdi. Büyük Önder Atatürk’ün başlattığı devrimlerle batılılaşmanın anlamı "çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma" başka bir deyişle “çağdaşlaşma” olarak belirginleşti. Saltanat kaldırıldı, Dünyanın en ileri yönetim sistemi olan Cumhuriyet benimsendi, çağdışı kalmış olan medreseler, şerî mahkemeler, tekke ve zaviyeler kapatıldı; dinsel hukuk kaldırıldı. Lâik temellere dayalı bir hukuk sistemi getirildi. Öğretim Birliği Yasası (Tevhid-i Tedrisat) çıkarılarak, lâik bir eğitim sistemi kuruldu. Okur yazar sayısının artmasında en önemli unsurların başında alfabe değişikliği gelir. Arap alfabesi bırakılarak, öğrenilmesi daha kolay olan Latin harfleri benimsendi. Millet Mektepleri ve Halk Odaları açılarak okur yazar sayısı arttırıldı. Daha önce her alanda görülen ikilik ortadan kalktı. Böylece bir yandan ulusal kültür geliştirilirken, bir yandan da çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak, sonra da bilimin ışığında bu düzeyi aşmak için yoğun çabalara girişildi. Ulusal kültürün araştırılması ve yaygınlaştırılması için özerk birer kurum kimliğinde Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu. Halkevleri açıldı. Üniversite reformuyla bilimsel temellere dayanan araştırmalar yapacak, ülkenin ihtiyaç duyduğu teknokratları yetiştirecek, ülkeyi çağdaş uygarlığa taşıyacak aydınları yetiştirmek üzere darülfünundan üniversiteye geçildi. Çağdaş dünyada Türk kadınının gerçek yerini alması için yasal düzenlemeler yapıldı. Devletçilik adıyla yeni bir iktisat politikası izlenerek, ekonomik kalkınmaya büyük bir önem verildi. Kısacası, Batılıların Türk Mucizesi adını verdikleri bir değişim Atatürk’ün sayesinde gerçekleştirildi.

Eski Türk Edebiyatından Yeni
Türk Edebiyatına Geçiş

1. Giriş
Türkiye'de Batılılaşma hareketi, 1839'da ilân edilen Tanzimat Fermanı ile yaşamın her alanına yayılmaya başlamıştır. Batı tarzında okulların açılması, yurtdışına öğrenci gönderilmesi, gazetelerin yayımlanması, yabancı tiyatro topluluklarının İstanbul'a gelip oyunlar sergilemesi, batı uygarlığının pencerelerini açmıştır. İşte 1938-1860 yılları arasında, bu ortamda yetişmiş aydınlar, 1860'tan sonra batılılaşmayı siyaset, toplum ve edebiyat olmak üzere üç alanda
birden sürdürdüler. Edebiyatta batı etkisinin görülmeye başladığı bu döneme Tanzimat Edebiyatı diyoruz.
2. Tanzimat Edebiyatı (1860-1896)
Tanzimat Edebiyatının başlıca şair ve yazarları önce gazetelerde dilin ve edebiyatın nasıl olması gerektiğini tartışmışlardır. Dönemin en önde gelen kişiliği Şinasi, Agâh Efendi ile birlikte çıkardıkları Tercüman-ı Ahvâl (1860) ve yalnız başına çıkardığı Tasvîr-i Efkâr'da Batı uygarlığına ulaşmak için bilgisizlikle yobazlığın ortadan kaldırılması gerektiğini savunmuş; bunun için, gazete aracılığıyla halkın düzeyini yükseltmeye çalışmıştır. Bu sırada halkın analayabileceği bir dile gereksinim duymuş ve yeni, yalın bir düzyazının ortaya çıkmasına önayak olmuştur.
Namık Kemal ise "Lisan-ı Osmanî'nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazatı Şamildir" (Tasvir-i Efkâr, 1866) adındaki uzun makalesinde yapaylığı, gerçeğe dayanmaması nedeniyle Divan Edebiyatını eleştirir. Türk edebiyatının yeniden düzenlenmesi gerektiğini öne sürer. Bunun da yazı dilinin konuşma diline en kısa sürede dönüştürülmesiyle olabileceğini belirtir. Ayrıca N. Kemal, edebiyatın bir ulusun devamının güvencesi olduğunu öne sürerek, edebiyatta toplumsal yarar arama ilkesini ortaya koyar. Ziya Paşa, ünlü Şiir ve Inşa makalesinde Divan Edebiyatının ulusal bir edebiyat olmadığını, çağdaş Türk edebiyatının Halk edebiyatına dayanarak kurulabileceğini
ileri sürer. Halkın düzeyine ve ifade biçimine gidilmesi gerektiğini savunur. Görüldüğü gibi bu dönemin edebiyatçıları Batı edebiyatını örnek alırken, halkın analayabilecği yeni bir dil ve anlatım da aramışlardır.
Bu dönemde Türk edebiyatında en dikkat çekici yan, yüzyıllardır ilk kez edebiyatın toplum hizmetine girmesi olmuştur. Artık edebiyat, eski edebiyatın soyutluğundan, kalıplarından kurtulmuştur. Böylece sanatçılar için daha özgür, yaratıcı olmanın yolu açılmıştır.


Tanzimat edebiyatında 1875'e dek toplumsal yarar ilkesi geçerli olmuştur. Bu yıldan sonra ise romantizmin etkisi kendini gösterir. Batıya yönelme ile birlikte aydınlar bir Avrupa dili, özellikle de Fransızcayı öğrenme çabası içine girdiler. Böylece Fransız kültürü ve edebiyatından etkilenme başladı. Şair ve yazarlar bir yandan eski edebiyattan farklı ürünler verirken, bir yandan da çeviriler yapmaya başladılar.
Önce, Fransa'da öğrenim gören Şinasi'nin Fransız şairlerden çevirdiği şiirleri kitaplaştırdığını görüyoruz. Terceme-i Manzume (1858). Sonra, bir devlet adamı olan Yusuf Kâmil Paşa bir Fransız romanı olan Telemak'ı çevirerek yayımlamıştır (1862). Bunu dünyaca ünlü Sefiller, Robinson Cruzoe, Monte Cristo gibi romanların çevirileri izler.
2.1. Tanzimat Edebiyatında Şiir
Konulardaki büyük değişikliğe karşın, Tanzimat şiiri teknik bakımdan Divan şiirinden çok ayrılamamıştır. Hece ölçüsüne verilen yer artmış da olsa daha çok aruz kullanılmıştır. Yeni nazım biçimlerinin yanında Divan nazmının özellikle gazel, terkib-i bent, kıta biçimleri ve edebi sanatları da görülmektedir.
Tanzimat dönemi şairleri dili yalınlaştırmaya çalışmış, konuşma dili ve anlatımına yönelmişlerdir. Biçim bakımından olduğu kadar, konu bakımından da eski şiirden uzaklaşmaya çalışmışlardır. Özellikle Tanzimat'ın Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa'dan oluşan ilk kuşağının şiirlerinde uygarlık, hak, adalet, yasa, özgürlük, vatan
gibi toplumsal konular ağır basar. İkinci kuşağın Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamit gibi önde gelen şairleri ise Tanrı, madde, ruh gibi fizik ötesi konulara yönelerek bu konuları ikinci plana atmışlardır.
Tanzimat Dönemi şiirinin en önemli temsilcisi kimdir?
Tanzimat döneminde yeni şiirin ilk temsilcisi olan Şinasi (1826-1871), Fransa'ya gitmeden önce klâsik kasideler yazmıştır. Fakat Fransa'dan döndükten sonra kasidede biçim açısından değişiklikler yapmış, ayrıca toplumsal kavramlara yer vermiştir. Artık şiirleri duygusallıktan yoksundur, akılcılık öne çıkmıştır. Bu yönüyle
Şinasi Tanzimat'tan sonraki edebiyatımızda akılcılığın öncüsü olarak yerini almıştır. Şinasi konuşulan Türkçe ile yeni bir şiir dili yaratmayı amaçlamışsa da bunda başarılı olamaz. Ancak bu konuda öncülük etmesiyle, batılı Türk edebiyatının oluşmasına katkılarıyla önem kazanmıştır. Ziya Paşa (1829-1880); Tanzimatla birlikte gelen yeniliklere düşünce olarak bağlıdır. Ancak uygulamada eskiye bağlı olduğu görülür. Uzun manzum önsözünden
dolayı 1874'te yayımladığı Harâbât adlı, antolojisi ile eski edebiyatın propagandasını yapmakla suçlanır. Gerçekten de hece ile yazdığı birkaç şiir bir yana bırakılırsa, Ziya Paşanın şiirleri biçim bakımından Divan nazmına bağlıdır.
Namık Kemal (1840-1888) ise yeniliğe hem düşünce yönüyle bağlıdır, hem de uygulama yönüyle. Edebiyatımızın batılılaşmasını yürekten savunmuş; bütün edebî türlerde eser vermiştir. "Toplum için sanat" anlayışıyla "özgürlük, vatan, yasa, hak, adalet, ahlâk" konularını işlemiştir. Şiirlerinde kimi zaman yeni, kimi zaman da biraz eski biçimleri kullanır. Vâveylâ, Hilâl-i Osmanî gibi kimi şiirlerinde dil, konuşma diline yaklaşmıştır.
Tanzimat'ın ikinci kuşağındaki şairler toplum için sanat formülünden vazgeçmiş;
"sanat için sanat" anlayışına yönelmişlerdir. Bunda 1880'den sonra kendini
iyiden iyiye gösteren romantizmin olduğu kadar, II. Abdülhamit yönetiminin
baskıcı politik koşullarının da etkisi vardır.
Tanzimat şiirinin ikinci kuşağından önde gelen iki şairden biri Recaizâde Ekrem (1847-1914) dir. Ekrem bütün türlerde eser vermiştir. R. Ekrem, şiirin tek amacının güzellik olduğunu düşünür. Çünkü ona göre şiir ahlâka, mantığa uymak zorunda değildir. Ama ahlâka aykırı da olamaz. Güzel olan her şey şiirin konusunu oluşturabilir.
Şiiri bir bütün olarak gören R. Ekrem, hem içeriğe hem biçime büyük önem verir. Biçimde "müzeyyen" i, yani süslü olanı yeğler. Şiirin konuşma dilinden ayrı, kendine özgü bir dile sahip olduğunu öne sürer. Onun bu düşüncesi, ilerde Servet-i Fünün dilinin konuşma dilinden uzaklaşmasına yol açar.
Ancak Ekrem, kuramcı olarak öne sürdüklerini gerçekleştiremez. Bu nedenle edebiyat tarihine iyi bir sanatçı olarak değil, iyi bir kuramcı olarak geçer. Ekrem, divan nazmından vazgeçmese de yeni nazım biçimlerini dener.

R. Ekrem'e göre ölçü (vezin) içeriğe uygun bir ahenkte olmalıdır. Başka bir deyişle, ölçünün müzik yönüyle değerlendirilmesi gerekir. Ekrem'in izlediği başlıca konular aşk ve doğadır. Ayrıca kadın, Türk şiirinde gerçek değerini Ekrem ile bulur. Böylece Türk şiirine ilk kez aile yaşamı girmiş olur.
Fransız romantiklerinin etkisi altında kalmıştır. Bu yüzden şiirleri melânkolik bir havadadır. Yaşadığı acılar da buna eklenince, ünlü bir mersiye (ağıt) şairi oldu.
Şiirin yalnızca nazıma özgü olamıyacağı düşüncesiyle "mensur şiir" biçimini ortaya koydu.
Tanzimat'ın ikinci kuşağında yer alan Abdülhak Hamit Tarhan (1852-1937), batılılaşma hareketinde en önde giden şairlerdendir. Batı şiirinde gördüğü, Türk şiirinde olmayan özellikleri hemen uygulamaya geçmiştir.
A. Hamit'in en çok işlediği konular "aşk" ve "doğa" dır. Doğa, Divan şiirinde bir motifken, Tanzimat'ın ilk kuşağında tasvir malzemesi olarak kullanılmıştır. Ancak Hamit için duygu ve düşünceye seslenen, psikolojik ögelerle bir araya getirilen önemli bir konu olmuştur.
Hamit'in şiirlerinde "ölüm" konusu geniş bir yer tutar. İlk eşi Fatma Hanım'ı yitirdikten sonra yazdığı Makber, Ölü, Hacle gibi şiirlerinde ölümün verdiği acıyı, ölüm ve öteki fizikötesi sorunlarla ilgili düşünceleri işler. Sonunda aklın evrenin gizlerini çözmede yetersiz olduğu sonucuna vararak, Tanrı'ya, dine bağlanır.
Onun şiirlerinde az da olsa toplumsal ögeler bulunur. Bunlar kimi toplumsal aksaklıklar (Garam, Bir Sefile'nin Hasbıhâli) ve vatanî duygular (Ilhâm-ı Vatan)dır. Ancak onun hem fizikötesi düşünceleri, hem de toplumsal sorunlarla ilgili düşünceleri yansıtışı düzensizdir.
Hürriyet Kasidesi'nden
.....
Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhâ-yi hürriyyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyyetten
Gönülde cevher-î elmâsa benzer cevher-î gayret
Ezilmez şiddet-î tazyîkten te'sîr-i sikletten
Ne efsun-kâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyyet
Esîr-î aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten
Senindir şimdi cezbî kalbe kudret setr-i hüsn etme
Cemâlin tâ ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten
Ne yâr-î cân imişsin âh ey ümmîd-i istikbâl
Cihânı sensin âzâd eyleyen bin ye's ü mihnetten
Senindir devr-i devlet hükmünü dünyâya infaâz et
Hüdâ ikbâlini hıfz eylesin her türlü âfetten
Kilâb-ı zulme kaldı gezdigin nâzende sahrâlar
Uyân ey yâreli şîr-î jiyân bu hâb-ı gafletten
.....
Namık Kemal
2.2. Tanzimat Edebiyatında Roman ve Öykü
Batılı anlamda roman da tiyatro gibi 1860'tan sonra başlar. Önce Fransız romanlarından yapılan çeviriler örneklik eder. Sonra yerli romanlar ortaya çıkmaya başlar. Fakat bu romanlar teknik bakımından pek başarılı sayılmaz.
Edebiyat tarihimizde Türkçe yazılmış ilk roman Şemsettin Sami'nin Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat'ıdır (1873).
Bu dönem romanlarında işlenen başlıca konular, batılılaşmanın yanlış anlaşılması, aşk, kadınla erkek arasındaki eşitsizlik, kadının toplumdaki yeri, kölelik ve tarihsel olaylardır. Tanzimat yazarları romanın gerçeği vermesi gerektiği görüşündedirler. Çünkü amaçlar toplumsal yarar sağlamaktır. Özellikle N. Kemal, tiyatro oyunu için düşündüğünü roman için de yineler. Ona göre roman, toplumsal yarar sağlamak için bir araçtır; yararlı bir eğlencedir. Roman ve öykü yazarları gerçekçi konuları işlerler. Fakat işleyiş biçiminde romantizmin ağır bastığı görülür. Gerçekçilik (realizm) ve doğalcılığın (natüralizm) doğru tanımı ve uygulamasını yalnızca Nabizade Nazım'da görebiliriz. Kara Bibik adlı öyküsünün önsözünde gerçekçiliğin ve doğalcılığın ne olduğunu anlatır.
Türk edebiyatında ilk gerçekçi(realist) öykü, Nabizade Nazım'ın Kara Bibik (1890) adlı uzun öyküsüdür. İlk psikolojik roman da onun Zehra adlı eseridir. Tanzimat yazarları kimi roman ve öykülerinde tarihi konu etmişlerdir. Namık Kemal'ın Cezmi (1881) adlı romanı edebiyatımızın ilk tarihsel romanıdır.
Zehra'dan
.....
Eylûl ortalarına dogru Istanbul'a nakledildi. Fakat bu nakl-i mesken [ev taşınması] evin eski istirahatını iade edemedi. Bir kara Zehra oradaki dert ortagı dert ortagı komşulerinden cüda olmuş [uzak kalmış]olup bu hal zavallı kadını pek muazzep etmekte idi. Bundan başka Istanbul'daki evin tertibat-i dahiliyesi [iç bölümleri] tetkik ve tecessüs [gözetleme] işinde ika-i müşkilât eylemekte [zorluk çıkarmakta] idi.
Bu kış Suphi'nin hiçbir gece dışarıda kalmayışı da Zehra'nın şüphelerini, kıskançlıgını büsbütün tahris etmekte [arttırmakta] idi. Geçen sene bazı geceler ateş-i intizar [bekleme ateşi] içinde geçirdigi demleri bu sene aramakta idi. O işkenceler ne kadar şehid olsa yine sevgili zevcinin bir buse-i iltifatıyle [iltifat öpücügiyle] safalara münkalip olurdu [değişiverirdi]. O intizarlar [beklemeler] âsab-ı tahammülüne [dayanma sinirlerine] ne kadar yorgunluk vermiş bulunsa yine sevgili Suphi'sinin bir hande-i dilnevaziyle [gönül alan gülümsemeyle] mübeddel-i istirahat olur [rahatlığa çevrilir] giderdi. Beklerdi ama bir ümit beklerdi. daima da o ümidi der-aguş ederdi [kucaklardı]. Şimdi ise vakaa o intizarlardan, o yorgunluklardan eser yok; fakat çektigi azap daima azap olmak üzere sürüp gidiyor idi. Yeislerine karşı bir tesliyet yüz göstermemekte, aglayıp yattıgı halde hiçbir el yaşlarını silmemekte idi.
Suphi, Sırrıcemal'e olan iptilâsını [tutkunluğunu] âdeta izhar [belli] idi. Zavallı Zehra'yı canından bezdiren de bu ilân-i iptilâ [tutkunluğun açığa vurulması] idi. Kendisi gittikçe azap içinde yıpranıp solmakta iken Sırrıcemal'in gittikçe neşeler içinde açılıp serpildigini görmekte idi. Hele beyinin gün geçtikçe kendisinden tebaütle [uzaklaşarak] Sırrıcemal'e tekarrüp edişini [yaklaşmasını], aşikâre seyretmekte idi. Bu işkencelerin başlıca müsebbibini Minire addettiginden [saydığından] ogluna karşı olan gayz ü adaveti [kini ve düşmanlığı]
anası aleyhine de taslit etmekte ve kadıncagızı her vesile ile tahkir eylemekte idi.
Münire de sebeboldugu dahiyenin [belânın] vehametini teyakkun eylemiş [iyiye anlamış] ise de iş işten geçmiş, ok yayından çakmış idi. Cehl ü gafleti yüzünden sevgili çocuklarının safa-yi saadetlerini [saadet safalarını] mahv ü pâymal ettigini [yok edip ayaklar altındaçiğnediğini] dövüne dövüne hükm ile âkıbetin bir felâkete müncer olmamasını [varmamasını] Hak'tan tazarru ve niyaz eylemekte idi.
Suphi, Zehra'nın çılgınlıklarına, rekabetine [çekemezlik yarışına], gayzına filân ehemmiyet vermez olmuş ve olanca meşguliyetini Sırrıcemal'e hasreylemiş idi. Gün geçtikçe bu kız hakkındaki sevda-yi müştehiyanesi [istekli sevdası] hüküm ve kuvvetini teşdit eylemekte [kuvvetlendirmekte], Sırrıcemal'in etvar-i şuhane ve harekat-i şuhane ve harekât-i müşevvikanesi [kıvrak tavırları teşvik edici hareketleri] de gün geçtikçe inbasata gelmekte [açılıp gelişmekte] idi.
.....
Nâbizâde Nâzım Tanzimat roman ve öyküsünde dil bir ölçüde yalınlaştırılmaya çalışılmıştır. Özellikle Ahmet Mithat halk için yazdığını açıklayarak, yalın sayılabilecek bir dil kullanmıştır. Fakat gelişigüzel, özensiz yazması, yalınlaşmaya tepki uyandırmıştır. Namık Kemal gibi, romanın bir sanat ürünü de olduğunu düşünen yazarlar, sanatlı bir dil kullanmışlardır. Dil konusunda en başarılı yazar, olabildiğince Arapça ve Farsça sözcüklerden, tamlamalardan uzaklaşan Nabizade Nazım'dır. Tanzimat edebiyatının roman ve öykü yazarlarını ve başlıca romanlarını, öykülerini şöyle sayabiliriz: Şemsettin Sami (Roman: Taaşsuk-ı Talât ve Fitnat), Ahmet Mithat
(Roman: Hasan Mellâh, Dünyaya Ikinci Geliş, Hüseyin Fellâh, Felâtun Beyle Rakım Efendi, Yeryüzünde Bir Melek. Öykü: Esaret, Gönül, Mihnetkeşan, Firkat, Bir Tövbekâr), Nabizade Nazım (Roman: Zehra. Öykü: Yadigârlarım, Kara Bibik), Namık Kemal (Roman: İntibah, Cezmi), Sami Paşazade Sezai (Roman: Sergüzeşt. Öykü: Küçük Şeyler), Recaizade Ekrem (Roman: Araba Sevdası. Öykü: Muhsin Bey, Şemsa), Mehmet
Münci (Roman: Meraret-i Hayat), Mizancı Mehmet Murat (Roman: Turfanda mı, Yoksa Turfa mı).
2.3. Tanzimat Edebiyatında Tiyatro
Türk tiyatrosu, Tanzimat'a dek Karagöz v e Orta Oyunundan oluşmuş bir halk tiyatrosu biçimindedir. Tanzimat'la birlikte Avrupaî biçimler tanınmaya başlamıştır.
1840'tan başlayarak, önce İtalya, Fransız tiyatroları kurulmuş; sonra Hacı Nazım, Hasköy, Şark, Ortaköy gibi yerli tiyatrolar açılmıştır. İlk Türk tiyatrosu 1867'de kurulan Osmanlı Tiyatrosu'dur. Sahibi Güllü Agop'tur.
Bu tiyatroda Namık Kemal, Âli Bey, Ahmet Mithat, Ebuzziya Tevfik, Şemsettin Sami gibi yazarların oyunları sahneye konmuştur. İlk Türk operaleri Arif'in Hilesi, Leblebici Horhor, Köse Yahya burada oynanmıştır.
İlk Türk tiyatro oyununu kim yazmıştır?
İlk Türk oyununu Abdülhak Hamit'in babası Hayrullah Efendi yazmıştır. Hikâye-i Ibrahim Paşa be Ibrahim-i Gülşenî oyun dört perdelik küçük bir dramdır. İkinci eser ise Şinasi'nin Şair Evlenmesi adlı güldürüsüdür. Oyunda hem batı tiyatrosunun, Molière (Molyer) güldürülerinin etkisi görülür, hem de orta oyununun izleri. Tiyatro eserini de gazete gibi halkı bilinçlendirmek için bir araç sayan Şinasi'nin oyununun konusu "görücü usulüyle evlenme’dir.
Tiyatroyu hem bir eğlence, hem de düşünce yönüyle önemli bir kurum, adetâ bir ahlâk ve dil okulu olarak gören Namık Kemal, hem düşünceleriyle, hem yazdığı oyunlarla dikkati çeker: Vatan yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Kara Belâ, Celâleddin-i Harzemşah, Gülnihal. Dönemin öteki tiyatro yazarlarından önde gelenleri şöyle sıralayabiliriz: Ali Haydar (Sergüzeşt-i Perviz), Âli Bey (Kokana Yatıyor, Misafiri Istikal, Geveze Berber, Letâfet,
Recaizade Ekrem (Afîfe Anjelik, Atalâ yahut Amerika Vahşileri, Vuslat, Çok Bilen Çok Yanılır), Ahmet Mithat (Eyvah, Açık Baş, Ahzı Sâr yahut Avrupa'nın Eski Medeniyeti, Çerkez Özdenler, Bir Facia yahut Siyavuş, Çengi yahut Danıj Çelebi, Zîba), Şemsettin Sami (Besa yahut Ahde Vefa, Seydî Yahya, Gave)
Tanzimat Edebiyatında roman, öykü, tiyatro dışında kalan türler nelerdir?
Şiir, roman, öykü ve tiyatro dışında kalan türler de görülür bu dönemde. Tanzimat öncesinde az çok bu türlerde eser verilmişse de batılı anlamdaki örnekler ancak Tanzimat edebiyatında görülür. Bu türlerin başında gülmece (mizah), yergi (hiciv), edebî eleştiri, edebiyat tarihi ve gazetelerde yer alan makale, fıkra, deneme gelir. Batılı anlamda gülmecenin yazarları Edhem Pertev Paşa (Avavanâme), Âli Bey (Lehçetü'l- Hakaayık, Seyyarreler).
Yergide önde gelen yazarlar Ziya Paşa (Zafernâme), Namık Kemal (Hirrernâme, Hürriyet Kasîdesi), Mehmet Eşref (Istimdad, Deccal, Hasbıhâl)'tir. Ebedi eleştiride Ziya Paşa (Şiir ve Inşa, Harabat), Namık Kemal (Tahrîb-i Harabat, Takip), Recaizade Ekrem (Tâlim-i Edebiyat, III. Zemzeme, Takrizat), Muallim Naci (Demdeme,
Istılahat-ı Edebiye) öne çıkarlar. Edebiyat tarihi konusunda çalışan yazarlar ise Ebuzziya Tevfik (Numune-i Edebiyat-ı Osmaniye), Abdülhalim Memduh (Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye), Recaizade Ekrem (Kudernadan Birkaç Şair), Muallim Naci (Osmanlı Şairleri) ve Faik Reşat (Eslâf)'tır.



3. Servet-i Fünun Dönemi Edebiyatı (1896-1901)
Servet-i Fünun, gerçekte, daha çok bilimsel yazıların yayımlandığı bir dergidir. Ancak 1896'da yazı işleri müdürlüğüne Tevfik Fikret'in getirilmesiyle bir edebiyat ve sanat dergisi durumuna gelir. Zamanın önde gelen ve batılı tarzda bir edebiyattan yana olan yazarlar bu dergide toplandığı için, Servet-i Fünun adı dönemin de adı olur.
Edebiyat-ı Cedide nedir?
Servet-i Fünun dönemine verilen ikinci bir addır. Batılı edebiyat, yeni edebiyat anlamında kullanılan bu terim, Servet-i Fünun'da yazan şair ve yazarların benimsemeleri ile akım ve dönem adı olarak yerleşmiştir.
Servet-i Fünun şair ve yazarları, Tanzimat edebiyatıyla gelen batılı tekniği geliştirmişlerdir. Sonuçta Servet-i Fünuncuların çabalarıyla Avrupaî tarzda bir edebiyat oluşmuştur.
3.1. Servet-i Fünun Döneminde Şiir
Tanzimat şiirinde bir yandan eski, bir yandan yeni nazım biçimleri kullanılmıştı. Servet-i Fünuncular ilk şiirlerinden sonra eskiyi bırakarak, yeni nazım biçimlerine yönelmişlerdir. "Sone" gibi Fransız şiirinden aynen alınanların yanında, Divan şiirinden
alınıp değiştirilerek, Fransız şiirinin serbest nazım biçimi durumuna getirilen "serbet müstezat" gibi biçimler kullanıldı. Ayrıca Divan şiirinde de Fransız şiirinde de bulunmayan yeni nazım biçimleri yaratıldı. Servet-i Fünun döneminde şiirin konusu alabildiğine genişletildi. Şair ilgi çekici bulduğu her ögeyi şiire konu edebilmekteydi. Ancak hem mizaçları, hem de dönemin baskıcı siyasal koşulları nedeniyle şairler bireysel duyguların anlatımına daha çok yer verdiler. Bu yüzden:
Servet-i Fünun şiirinde en çok işlenen konular "aşk", "doğa" ve "aile yaşamı"dır.
Şairler "sanat, sanat içindir" anlayışına bağlıdırlar.
Toplumsal konular, dergi kapanıp topluluk dağıldıktan sonra, kimi şairlerce işlendi. Servet-i Fünun şairleri 19. yüzyıl Fransız şiirinde görülen romantizm, sembolizm gibi akımlardan etkilendiler. Bu sırada getirdikleri kimi hayalleri kullanmak, sanatkârane bir biçim yaratmak istediler. Bunun için de daha çok Arapça, Farsça
sözcük kullanarak, dili ağırlaştırdılar. Öte yandan aruza bağlılıklarını da sürdürdüler.
Servet-i Fünun hareketinin önderi Tevfik Fikret (1867-1915)'tir.
Tevfik Fikret, edebiyatımızın batılı kimlik kazanmasında, özellikle şiirin çağdaş bir yapıya kavuşmasında büyük etkisi olan bir şairdir. Divan şiirinde anlamın beyitte tamamlanması geleneğini değiştirmiş; müstezatı, Fransız şiirindeki serbest nazma benzetecek serbest müstezat durumuna getirmiştir. Sonenin kullanımını arttırmıştır. Şiire konuşma dilinin kimi özelliklerini sokmuştur. Ancak yine de Osmanlıca’dan koparmamıştır.
Dönemin önde gelen öteki şairleri Cenap Şehabettin (1870-1934), Hüseyin Siyret Özsever (1872-1959), Hüseyin Suat Yalçın (1867-1942), Ali Ekrem Bolayır (1867- 1937), Süleyman Nazif (1869-1927), Faik Ali Ozansoy (1876-1950), Celâl Sahir Erozan (1883-1935)'dır.
Sis
Sarmış yine âfâkını bir dûd-i muannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyapey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyliyemez gavrine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-i mezâlim!
Ey sahn-i mezâlim... Evet, ey sahne-i garrâ,
Ey sahne-i zî-şa'şaa-i hâile-pîrâ!
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı;
Şarkın ezelî hâkime-i cazibedârı:
Ey kan'ı muhabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sîne-i meshûf-i sefâlet;
Ey Marmara'nın mâi der-âgûşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tâde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-i müsahhir,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
Hüsnünde henüz tâzeligin sihri hüveydâ,
Hâlâ titirer üstüne enzâr-ı temâşa.
Hâricden, uzaktan açılan gözlere süzgün
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün!
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis:
Üstünde coşan giryelerin hepsine bîhis.
Te'sis olunurken daha, bir dest-i hıyânet
.....
Tevfik Fikret
3.2. Servet-i Fünun Döneminde Roman ve Öykü
Bu dönemin romanlarında olay örgüsünün, konuların, konuşmaların başarılı bir biçimde yer aldığı görülür. Bu nedenle Servet-i Fünun romanı Tanzimat romanından daha sağlam bir tekniğe sahiptir. Servet-i Fünun romancıları dönemin başlarında hem romantizmin etkisindedirler, hem de baskıcı bir siyasal ortam içinde yaşamışlardır. Bu yüzden önceleri daha çok bireysel konuları işlemişlerdir. Sonraları gerçekçiliğe (realizm) yönelmiş, eserlerinde toplum yaşayışını vermeye başlamışlardır. Toplumun nasıl batılılaştığını; batılaşmanın yanlış anlaşıldığını anlatmış; batılı aile ve toplum yaşantısının doğru örneklerini göstermeye çalışmışlardır.
Servet-i Fünun döneminin en başarılı romancısı Halit Ziya Uşaklıgil (1867-1945)'dir.
Uşaklıgil, ünlü romanı Aşk-ı Memnu (1900)'da varlıklı bir ailedeki batılı yaşam biçimini anlatır. Mai ve Siyah (1897) adlı romanında ise o dönemin basını, bir Türk ailesinin yaşayış biçimi ve bir şairin dünyası verilmiştir.
Bu dönem roman ve öykücüleri batılaşmadan sonra aşk konusunu işlemişlerdir. Özellikle Mehmet Rauf (1875-1931) romanlarında bireylerin iç dünyasını ve romantik aşkları konu edinmiştir. Onda toplumsal ögeler çok az yer alır; ağırlık psikolojik içeriklidir.
Mehmet Rauf'un Eylül (1901) adlı eseri Türk edebiyatının en başarılı psikolojik romanıdır.
Dil ve anlatım, Servet-i Fünun roman ve öyküsünün en zayıf yönüdür. Yazarlar sözlüklerden, unutulmuş Arapça, Farsça sözcükleri bulup kullanmışlardır. Tanzimatta Namık Kemal'le başlayan sanatlı anlatımı daha da ağırlaştırmışlardır. Bu yüzden yer yer dil anlaşılmaz duruma gelmiştir. Servet-i Fünun döneminin öteki roman ve öykü yazarlarını ve başlıca eserlerini şöyle sıralayabiliriz: Hüseyin Cahit Yalçın (Roman: Hayal Içinde. Öykü: Hayat-ı Muhayyel), Ahmet Hikmet Müftüoğlu (Roman: Gönül Hanım. Öykü: Haristan ve Gülistan, Çaglayanlar), Safveti Ziya (Roman: Salon Köşelerinde. Öykü: Bir Tesadüf, Kadın Ruhu).
3.3. Servet-i Fünun Döneminde Tiyatro
Servet-i Fünun, âdeta tiyatronun yok olduğu bir dönemdir. Buna Tazminat döneminde Gedikpaşa'da yapılan Osmanlı Tiyatrosunu II. Abdülhamit'in yıktırması (1884) , sanat ve düşünce yanı ağır basan oyunların oynanmasına izin vermemesi yol açmıştır. Tiyatro topluluklarının kimisi İstanbul dışına gitmiş, kimisi dağılmıştır.
Sahnelerde ancak tulûat tiyatroları ve melodramlar kalabilmiştir. Dönemin yazarları da bu yüzden tiyatro ile uğraşamamışlardır. Ancak 1908'den sonra oyun yazmayı deneyen belli başlı sanatçılar Hüseyin Suat Yalçın (Şehbâl yahut Istibdadın Son Perdesi, Kirli Çamaşırlar), Mehmet Rauf (Pençe, Cidâl), Cenap Şehabettin
(Yalan, Körebe), Halit Ziya Uşaklıgil (Kâbus), Ali Ekrem (Sukût, Mama Dadım Darılır), Safveti Ziya (Payitahtın Kapısında)'dır. II. Abdülhamit'in baskıcı yönetimi yüzünden, bu dönemde gülmece, yergi gibi türlerde eser verilmemiştir. Ancak 1908'den sonra Cenap Şehabettin, Hüseyin Suat Yalçın, Süleyman Nazıf ve Doksan Beş'e Dogru, Rübab'ın Cevabı, Han-ı Yagma adlı şiirleriyle Tevfik Fikret görünür. Çok Bilen Çok Yanılır'dan
Recaizâde Ekrem
4. Servet-i Fünun Edebiyatı Dışında Kalan Edebiyat
Edebiyatımızın batılılaşmasını istemeyen ama halkın anlayabileceği bir edebiyat oluşturma çabası içinde olan kimi şair ve yazarlar Servet-i Fünun topluluğuna katılmazlar. İsmail Sefa (1867-1900), Nigâr Hanım gibi şairler Divan şiiri geleneğine bağlı kalırken, Rıza Tevfik Bölükbaşı (1869-1949) ve Mehmet Emin Yurdakul (1896-1944) Servet-i Fünun şiiri ile halk şiirinin kimi ögelerini birleştirmeye çalışmışlardır. Mehmet
Akif Ersoy (1873-1836) ise büyük ölçüde Divan şiirine bağlı kalmakla birlikte yer yer konuşma dilini kullanmasıyla dikkati çeker.
1. İsabet-i ayn, nazar değme.
2. Mütehayyirane, şaşkın
bir halde.
3. Mütelessimane, gülerek.
4. Bir hayret-i müteessirane
ile, kederli bir şaşkınlıkla.
Bu dönemde Servet-i Fünun dışındaki romancıların başında Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944) gelir.
Hüseyin Rahmi, doğalcılığın (natüralizm) Türk romanındaki ilk büyük temsilcisidir. Çok değişik toplumsal konuları işlediği romanları o dönemin toplum yapısını bütün gerçekliğiyle gözler önüne serer. Ahmet Rasim (1867-1932), Fatma Aliye (1864-1924), Güzide Sabri Aygün (1886-
1946)'da Servet-i Fünun dışında kalan roman ve öykü yazarlarıdır.
5. Fecr-i Ati Dönemi Edebiyatı (1909-1912)
Servet-i Fünun'dan sonra yetişen genç kuşak edebiyatçılar, 1909'da bir araya gelerek Fecr-i Ati topluluğunu oluşturdular. Topluluk üyesi olan Ahmet Haşim, Ahmet Samim, Tahsin Nahit, Celâl Sahir, Hamdullah Suphi, Refik Halit, Şehabettin Süleyman, Yakup Kadri ile öteki şair ve yazarlar bir beyanname hazırlayarak, kendilerini kamuoyuna tanıttılar. Fecr-i Ati topluluğunun 24 Şubat 1910'da, Servet-i Fünun dergisinde yayımladıkları beyanname, Türkiye'de bir ebedî toplulukça yayımlanmış ilk bildiridir. Bu bildiride Fecr-i Ati topluluğunun amaçları dil ve edebiyatın gelişmesine çalışmak, konferanslar düzenlemek, kamuoyunu aydınlatmak, Batının önemli eserlerini çevirtmek, Batı'daki benzer oluşumlarla ilişki kurmaktır. Fakat topluluğun ömrü kısa sürer. Fecr-i Ati, 1912'de dağılır.
5.1. Fecr-i Ati Döneminde Şiir
Fecr-i Ati şiirinin konusu, dili, ölçüsü Servet-i Fünundan farklı değildir. Yalnız Fecri Ati şairleri sembolizmi tanımaya ve uygulamaya çalışmalarıyla Servet-i Fünun'culardan ayrılırlar.
Fecr-i Ati şiirinin en önde gelen şairi Ahmet Haşim (1884-1933)'dir.
A. Haşim, şiirin dilinin müzik ile söz arasında ve sözden çok müziğe yakın olduğunu öne sürer. Ona göre, sözcükler şiire anlamdan çok müzik değerleri ile girer. Konu, ise bir araç olmaktan öteye gitmez.
Haşim, şiirlerinde çocukluk anılarını, aşk ve doğayı konu etmiştir. Dili önceleri Servet-i Fünun şiiri gibidir. Ancak sonra konuşma Türkçe’sine yönelir. Müzik yönünden yetersiz bulduğu için heceyi değil, hep aruzu kullanmıştır.
Hilâl-i Semen
Daha pek yavru, pek küçükken ben,
Büyük-annem tutardı alınımdan,
"Bana bak, böyle dil-berimin!" derdi.
Sonra, mâh-ı nev-incilâya bakar,
Leb-i magmûmu bir bükâ saklar,
Bir hitâb-î semâyı dinlerdi.
Ey, hayâtımda her dogan derdi
Kalb eden bir ziyâ-yı hissîye,
Bu duâsıydı eski bir rûhun
Sis ve zulmette gizli âtiye.
Leyle-î gayb, sırr-ı müstakbel
Çeşm-i sâfında hasta bir çocugun
Gizli fecrin ziyâsında emel,
Bir tesellî-i mihribân alacak,
O harâbât-ı târ ü sâkiteye
Dogacak belki bir ziyâ-yı şafak.
Böyle bir nev-hilâli seyr etti
O soluk göz ki şimdi topraktan
Seyr eder başka bir hilâl-i semen.
Ben ki efsâne-î tahayyülden
Hep hayâtımda bir emel taşıdım,
O solan şi'r-i sâf ü magmûmu
hep o mâzîyle duymak isterdim
Gözünün samt-ı pür-sükûnunda.
Gel, bu şâmın gümüş sükûtunda
Bu sedeften hilâle karşı senin
Bir yeşil bûse saklayan gözünün
Göreyim cennetinde âtîmi.
Ahmed Hâşim
Fecr-i Ati'nin öteki şairleri Emin Bülent (1886-1942) Tahsin Nahit (1887-1919) ve Mehmet Behçet (1890 1980)'tir.
5.2. Fecr-i Ati Döneminde Roman ve Öykü
Çok kısa süren Fecr-i Ati döneminde ilk göze çapan yazarlar Yakup Kadri ve Refik Halit'tir. Ancak her ikisi de daha sonra Fecr-i Ati'den ayrılıp, Millî Edebiyat Hareketine katılmışlardır. Fecr-i Ati'ye bağlı kalmış roman ve öykü yazarları olarak Süleyman Cemil Alyanakoğlu (1886-1940) ile İzzet Melih Devrim (1887-1966)'i sayabiliriz.
5.3. Fecr-i Ati Döneminde Tiyatro ve Öteki Türler
Fecr-i Ati, II. Meşrutiyetin ilânından sonraki yıllara rastladığı için tiyatro çalışmalarının yoğunlaştığı bir dönemdir. Yurtseverlik, istibdat aleyhtarlığı gibi konuların işlendiği oyunlar sahneleri kaplamıştır. Namık Kemal'in oyunları, özelilkle Vatan yahut Silistre ve Akif Bey çok ilgi görmüş, çok oynanmıştır. Ancak Fecr-i Ati üyeleri pek başarılı değildir. Şehabettin Süleyman (1885-1921) ve Tahsin Nahit bunların önde gelenleridir. Teknik olarak daha iyi bir tiyatro yazarı olan Müfit Ratip (1887- 1917) ise genç yaşta öldüğü için az sayıda eser verebilmiştir.
Fecr-i Ati edebiyatında gülmecenin en başarılı örneklerini (Harman Sonu, Kırpıntı, Şeytan Diyor ki) Fazıl Ahmet Aykaç (1884-1967) vermiştir. Ebedî eleştiride ise Yakup Kadri, Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi, Mehmet Fuat, Şehabettin Süleyman ve Müfit Ratip öne çıkmıştır.

14 Şubat 2008 Perşembe

EDEBİ AKIMLAR

HÜMANİZM:
*14. Yüzyıl başında İtalya’da başladığı kabul edilen , bir düşünce beğeni, kültür, sanat akımıdır.
*Eski uygarlıkların (Yunan- Latin) ve eski eserlerin ortaya çıkarılması için uğraşılır.
*İnsanlığın kendini yeniden buluşu, özünü keşfedişidir.
*Rönesans’ın temelidir.
*Tarihte, profesyonel yazar kişiliği ilk defa bu akımla ortaya çıkmıştır.

Dante- İlahi Komedya : Dante (1265- 1321) Eser Cennet, Cehennem ve Araf olmak üzüre üç bölümden oluşur. Eserde sanatçının öbür dünyaya yaptığı yedi günlük hayali gezi anlatılır.

RÖNESANS:
*Yeniden doğuş demektir.
*16. Yüzyılda İtalya’da başlayan sanat ve kültür uyanışının adıdır.
*Temelini tabiata ve insana dönüş oluşturur.
*İnanç ve ahlakta hürriyeti, Hristiyanığın aşırı baskısına karşı koymayı, bireyin kararlarına saygı duymayı esas alır.
*Rönesans sanata olduğu kadar bilime de önem verir.
*Sanatçılar mistik inançlara şiddetle karşı çıkar.
*Temsilciler:Montaigne, Cervantes, Shakespeare...
Michel De MONTAİGNE(1533-1592) Fransız yazarlarının en eski ve ünlülerindendir.Skolastik anlayışa değer vermemiş, çeşitli konularda ilginç görüşler ortaya koymuştur.Büyük bir ahlakçıdır.
Denemeleri çok önemlidir.
İnsanın özünü incelemek, insan sevgisiyle iyimserliği yitirmemek, en kısa yoldan sonuca ulaşmak, kısalık, sözü uzatmayış, içtenlik ve ustalık Montaigne’in belli başlı özellikleridir.

CERVANTES:(1547-1616) İspanyol edebiyatının büyük yazarlarındandır.Önceleri şiir yazmış sonra tiyatro oyunlarına yönelmiştir.Onu üne kavuşturan eseri Don Kişot’tur.

WİLLİAM SHAKESPEARE :İngilizlerin ve dünyanın en büyük dram şairlerinden biridir.Çocukluğunda biraz Latince okudu. At bakıcılığı yaptı.Aktör olup tiyatro sahibi oldu.Daha çok eski piyesleri günün zevklerine göre adapte etti.Bir ara sone ve manzumeler yazdı. İnsan psikolojisini geniş ve derin bir biçimde çözümleyip tasvir ederek , önemli karakterler ortaya koydu.
Eserleri: Yanlışlıklar Komedisi, Kuru Gürültü, Hırçın Kız, Otello, Hamlet, Machbet, Romeo ve Juliet, Venedik Taciri...









1-KLASİSİZM:
-XVI.yüzyılın ikinci yarısında dili yabancı etkilerden kurtarıp şiir kurallarını saptamaya çalışan Malharbe ile başlayan Klasisizm özellikle XVII.yüzyılda gelişmiştir.

-Fransa’da 17.yüzyılın ikinci yarısında, iç kargaşalar sona ermiş, derebeylik ve kilise direnişleri kırılmış , soylular sarayın buyruğuna girmiş ve monarşi güçlenmiştir.

-Siyasal alanda görülen bu düzen ve kurala uygunluk etkisini edebiyatta da göstermeye başlamış, hatta dilin ve edebiyatın kurallarını saptamak üzere Fransız Akademisi kurulmuştur.

-Filozof Descartes’ın Rasyonalizm felsefesi sanatçılarda müspet düşüncenin temellerini atmıştır.
--------
*Konu çoğu kez tarihten hatta mitolojiden alınır.
*Yunan ve Latin edebiyatları örnek alınmıştır. Eski Yunan’da görülen insan tipi ele alınmıştır.
*Düşüncelere akıl ve sağduyu egemendir.
*Akıl yoluyla gerçeğin ve tabiatın incelenmesine gidilir.
*Gerçeğe benzerlik hakimdir.
*Seçkin ve olgun insanlar ele alınır.Soylu ve eğitim görmüş insanlar esere konu olur.
*Çocuklar ve halktan kişiler , klasiklerin ilgileri dışındadır.
*Kişilerin ruh hallerinin gerçeğe uygun olması aranır. Ele alınan insan çevre ve fiziğiyle değil ruh özellikleriyle ele alınır. Hırslılık, cimrilik, kindarlık vb.
*İnsan dışındaki herşey (elbise, dekor) ihmal edilir.
*Ahlaki bir amaç güdülür.
*Yazar kendi kişiliğini, yani duygu, düşünce ve zaaflarını gizler.
*Dil millidir. Eserlerin konuşma diliyle yazılması gerekir.
*Üslup sade , açık ve her türlü yapmacıktan uzaktır.
*Eserde konu değil konunun işleniş tarzı ve kusursuzluğu önemlidir. Eserde biçim mükemmelliği aranır.
*Özellikle şiir, tiyatro ve deneme türlerine önem verilir.
*İlham sıkı bir düzene sokulur.
*Örf, adet , an’ane ve modaya bağlı olan davranışlar sanata sokulmamalıdır. Çünkü bunlar geçici şeylerdir.
*Genel insan tipinden söz eder ;incelediği insan her topluma , her ülkeye uyar.
---------
Trajedi Corneille: Le Cid, Horace
Racine :Andromaque, İphigenie

Komedi Moliere: Gülünç Kibarlar, Tartuffe, Zoraki Tabip, Cimri,
Kibarlık Budalası,Scapin’in Dolapları, Hastalık Hastası

Manzum mektup ve yergi : Bouileu

Fabl La Fontaine
Felsefe Descartes :Yönetim Üzerine Nutuk
Pascal :Düşünceler
Portre La Bruyere :Karakterler
Roman Fenelon :Telemak
Mme de la Fayette : Prenses de Clives

2-ROMANTİZM:-Tabiata ve tabiat sevgisine büyük yer verilir.
-XVIII.yüzyıl sonlarına doğru ortaya çıkmış , XIX.yüzyıl başlarında bütün Avrupa’ya yayılmıştır.
-Klasik sanatın sıkı kurallarına tepki olarak doğmuştur.
-18.yüzyıl aydınlanma çağı olarak görülür. Klasisizmin ortaya koyduğu akıl ve sağduyu, bilimin gelişmesini hızlandırmış toplumda birçok gelişme ortaya çıkmıştır.
-Jean Jacques Rousseau, Montesquieu, Diderot gibi felsefeciler , ilerlemeye engel olan tüm önyargı ve zorbalığa karşı düşünce yoluyla çetin bir savaş açmış , dinsel hoşgörü, toplumsal ve siyasal eşitlik , birey haklarına ve düşünce özgürlüğüne saygı gibi konuları halka yaymaya çalışmışlardır. Bu fikirler halk tarafından benimsenmiş ve sonuçta Fransız İhtilali gerçekleşmiştir. Monarşi yıkılmış, soylulara karşı burjuva sınıfı oluşmuştur. Romantizm böyle bir ortamda doğmuştur.
-----------
*Romantizmin ana felsefesi Klasisizme karşı olmaktır. Onun sanatçıyı sıkan bütün prensiplerine savaş açılmıştır.
* “Deha akıldadır” diyen Klasisizm taraftarlarına “deha yürektedir” karşılığını vermişlerdir.
*Sınırsız bir hayal gücüne kavuşan sanatçı kendini daha özgür daha yaratıcı gördü.
*Din (Hristiyanlık ) duygusu ağır basar.
*Zıtlıklara (iyi- kötü,güzel- çirkin, hasta- sağlam...)fazlasıyla yer verilir. Yani kişiler tek yönlüdür. Eser sonunda iyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır.
*Ak- kara çatışmasının en belirgin olduğu akımdır.
*Tip’i değil karakter’i esas alır. Ele alınan insan tipi Klasisizm’deki gibi soyut değildir. çevresiyle , fiziğiyle belli biridir.
*Eserde her türlü kişiye rastlanır. Sıradan insanlar, soylular tıpkı hayattaki gibi iç içedir.
*Romantizm’e marazi’lik (hastalıklı olma durumu) hakimdir.
*Milli tarihe ve yerli unsurlara fazlasıyla yer verilir.Ulusallık , yerli renk , aranan bir nitelik haline gelmiş, evrensellik ikinci plana itilmiştir.
*Tasvir büyük yer tutar.
*Yazar eserde kişiliğini gizlemez. Olay ve durumlar karşısında kendi duygu ve düşüncelerini anlatır. Romantiklere göre “insan başkasına yükleyerek , ancak kendi kalbini tasvir eder; deha anılardan oluşur.”
*Toplum için sanat düşüncesi geçerlidir.
*Ağır ve süslü bir dil kullanılır. Benzetmeler, mecazlar eserde büyük yer tutar.
*Sözcük seçimine önem verilmemiştir. Temelde halkın kullandığı dil esas alınmıştır.
*Klasiklerin değer verdiği tiyatroyu ihmal etmişler , özellikle trajedi ve komediyi kuralcılığından dolayı bir kenara itip sanatçıyı serbest bırakan dramı tercih etmişlerdir.
*Özellikle lirik şiir büyük rağbet görmüştür.
*Roman en önemli edebi tür olmuştur.
-------------
ROMANTİK TİYATRONUN ÖZELLİKLERİ:
*Sanatçı katı kurallara ve yalınlığa karşı kendi şahsi yaratıcılığına göre yazar.
*Emekçi-işçi sınıfı bu yolla (tiyatro) sesini duyurmaya başlar.
*Tiyatroya vatanseverlik, hürriyet, istiklal, adalet, eşitlik vb. fikirler girer. Millet sevgisi ve dini inançlara bağlılık duygusu ile romantik tiyatro gelişir.
*Tiyatro sanatı, yeni bir biçim, yeni bir işlev anlayışı içine girerek , modern tiyatronun temeli oluşur.
*Latin ve Grek medeniyetlerinden , mitolojisinden alınan konuların yerini yerli ve mahalli konular alır.
*Kurulu düzen yönetimine , akla, sağ duyuya karşı hissilik ( duygu) yüceltilir.
*Tiyatronun eğitme ve değerlendirme görevi yeniden yorumlanır, yeni bir uyum anlayışı getirilir.
*Romantik tiyatro düşüncesinde , tiyatroya birey vicdanına ışık tutma , insanı olgunlaştırma görevi verilir.
*İnsanın iç gelişimi, çevresi ile olan ilişkisi, uyumu, tiyatro ile daha iyiye, daha güzele götürülür.
*Bağımsız bir tiyatro anlayışı getirilir.
*Tiyatro sanatının tarihi gelişimi trajedinin yapısı ve türleri belli kurallar içinde değerlendirilir ve belli kurallara bağlanır.
*Temel ilkelerin belirlenmesinde felsefeye ve estetik kurallara başvurulur.
*Nazari değerlendirmede aydın beğenisi geçerlidir.






ROMANTİK SANATÇILAR:
GOETHE: (1739- 1832) Şiir, tiyatro, roman ve otobiyografi yazarıdır. Alman edebiyatının devlerinden sayılır.İnce usta bir dile, yüksek bir dramatik güce sahiptir. Mısralarında hiciv, mizah, derinlik, akıcılık ve coşkunluk vardır. Tabiat ilimleri üzerine birçok araştırmalar yapmıştır.
Eserleri :Faust, Genç Varter’in Izdırapları, Doğu- batı Divanı ....
LAMARTİNE: (1790- 1869)
Lirik şiirleri: Şairane Düşünceler, Yeni Düşünceler, Şairane ve Dini Ahenkler, Şairane İstiğraklar, Sokratın Ölümü, Joslen, Bir Mkeleğin Sükutu
Romanları: Rafael, Genevie, Grajiella ...
Tarih: Türkiye Tarihi, Şarka Seyahat
VİCTOR HUGO: (1802- 1885) 15 yaşında ulvi çocuk lakabını aldı.
Eserleri: Cromwel, Notre Dame de Paris, Kral Eğleniyor, Lukres Borcia, Sefiller... ALFRED DE MUSSET: Şiir: İspanya ve İtalya Hikayeleri, Kadeh ve Dudaklar, Rola Lamartine, Geceler
Nesir: Muasır Bir Çocuğun İtirafı
Komediler: Maria’nın Hevesleri, Aşk Şakaya Gelmez...

Montesquie Felsefe kitabı Kanunların Ruhu
Jean Jacques Rousseau Felsefe kitabı Toplum Sözleşmesi
Özeleştiri kitabı İtiraflar
Lamartine Şiir kitapları Bir Meleğin Düşmesi, Şairane
Düşünceler
Romanları Graziella, Raphael
Victor Hugo Şiir kitapları Akşam Şarkıları, Işıklar ve
Gölgeler, Sonbahar Yaprakları
Romanları Sefiller, Notre_Dame’ın Kamburu
Dramları Hernani, Kral Eğleniyor, Ruy Blas
Voltaire Şiirde “Henriade” adlı destanı ünlüdür.
Romanları Candide, Zadig
------------
Romantizm aslında önce Almanya’da başlamış, İngiltere’de rağbet görmüş, ama Fransa’da kuralları belirlenip oradan tüm Avrupa’ya yayılmıştır.
------------
Almanya’daki temsilcileri:
Goethe Şiir kitapları Divan
Dramları Faust, Egmont
Romanları Genç Werther’in Istırapları
Schiller Dramları Haydutlar, Wilhelm Tell
-------------
İngiltere’deki temsilcileri
Bu ülkede Romantizmi “Gölcüler” adı verilen grup başlatmıştır. Bunların en ünlüleri “Sheakespeare”, Coleridge ve Wordsworth’tır

D İ Ğ E R R O M A N T İ K L E R
Lord Byron Şiir kitabı Childe Harold’un Gezisi
Dramları Kabil, Sardanapal
Puşkin Şiir kitapları Kafkas Esir, Çingeneler
Romanları Yüzbaşının Kızı

3-REALİZM:
-XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. Romantizm’e tepki olarak doğmuştur.
-Realizm roman ve hikayede etkili olmuştur.
-XIX.yüzyılda deneysel bilimler son derece gelişmişti. İnsanın hayatını değiştiren birçok yenilik ortaya çıkmış, bilim kendini ispatlamıştı. Auguste Comte’un ortaya atığı Pozitivizm felsefesi de bu dönemde , insanın sadece gördüğüne inanması şeklinde özetlenebilecek bir görüşü savunmuştur. Bunun bilim sahasında geçerliliği ispatlanmış ve sosyal bilimlerde de geçerli olacağı savunulmuştur. POZİTİVİZMİN EDEBİYATA UYGULANMASI REALİZM’İ DOĞURMUŞTUR.
----------------
*Pozitivizm’in bir koşulu olarak gözleme büyük önem vermiştir. İnsanın duygularının onu aldatacağı savunulmuş, görülenin olduğu gibi verilmesi gerekliliği üzerinde durulmuştur.
* “Roman , bir uzun yol üzerinde gezdirilen aynadır.” Görüşüyle gerçeğe verilen değer anlatılır.
* “Tarih , yazılı belgelerle meydana getirildiği gibi , bu günkü roman da , romancının kendisinin dinlediği ya da doğrudan derlediği belgelerle meydana getirlir; tarihçiler geçmiş zamanın , romancılar ise şimdiki zamanın hikayecisidir.” Sözleri Realistlerin felsefelerini ortaya koyar.
*Realizm’de konu gerçek hayattır.Olağanüstü görülen istisnai olaylara yer verilmez. Okura yaşanmış bir olay ya da yaşanabileceğinden şüphe edilmeyecek bir olay sunulur.
*Ele alınan kişi tam anlamıyla bir insandır. Çevresiyle, davranışlarıyla , tutkularıyla en ince ayrıntılarına kadar tanıtılan bir insan görülür. Bu insan çevresinin bir ürünü olan , çevresindeki şartlara göre karakter kazanmış biridir.
*Romantizmin ahlakçı lirik ve hayali görüşleri reddedilir.
*Sanat sanat içindir görüşü hakimdir.
*Özellikle roman ve hikaye alanında eser verilir.
*Realizme göre roman , duygu ve hayale kapılmadan gerçekleri dile getirmelidir.
*Dış dünya bir tabiat bilgini gibi incelenir, olaylar belgelere dayandırılır.
*Eser konusunu gerçek ve yaşanmış olaylardan alır.
*Yazar eserde kişiliğini gizler düşünce ve duygularını ortaya atmaz. Sanatçı eserle okuru baş başa bırakır. Bu yönüyle Klasisizme benzer. Olaylar tarafsız bir bakışla incelenir.
*Eserde biçim kusursuzluğu çok önemlidir. Kılı kırk yararcasına yapılan gözlemin aynı titizlikle anlatılmasına , üslubun açık, sağlam, yapmacıksız, söz oyunlarından uzak olmasına önem verilir.
* “Söylenmek istenen şey ne olursa olsun, elbette onu anlatacak tek bir sözcük, canlandıracak tek bir fiil , nitelendirecek tek bir sıfat vardır. işte yazar bunu buluncaya kadar uğraşacak , yaklaşık olanla yetinmeyecektir.” Sözleri Realist’lerin anlayışını ortaya koyar..
*Sade ve anlaşılır bir dil kullanılır.
*Her zaman rastlanabilecek kişi ve olaylara yer verilir. Olağanüstü kişilere ve olaylara yer verilmez.
*Gözleme çok fazla yer verilir.
*Çevrenin insan kişiliğini oluşturmadaki rolü bilindiğinden kahramanlar çevreleri ile birlikte ele alınır.
*Realizmde dram ve olay en aza indirilir.
--------------
*Realizm bir roman ve hikaye akımıdır. Tiyatro, Romantizm’den sonra pek görülmez. Şiir ise Realist anlayışla yazılır; ancak adına “Parnas” denir
*Realizm birçok ülkede yaygın bir kullanım bulmuştur. İlk ürünlerini Romantiklerle çağdaş olan Stendal, Balzac, Merime vermiştir.






Realizm Akımının Temsilcileri:
Charles Dickens (1812- 1870)
Antika Dükkanı, David Copperfield, Pick Wick’in
Kağıtları, Oliver Twist , Nicolas Nileby

George Eliot (1819-1890)
Adem Bede, Silas Marner

Thomas Hardy (1840-1928)
Çılgın Kalabalıktan Uzak, Yerlinin Dönüşü, Casterbridge Valisi
Honore de Balzac (1799-1850)
Vadideki Zambak, Eugenie Grandet, Goriot Baba, Cesar Biretteau

Henri Byle Stendhal (1783-1842)
Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı, Kastro Rahibesi

Gustave Flaubert (1821-1880)
Madam Bovary, Salambo ( Salammba), Duygusal Eğitim,
Üç Hikaye

Guy de Maupassant (1850-1893)
Tombalak, Ayışığı, Küçük Roque ( Hikayeler), Bir Hayat,
Güzel Dost, Ölüm Gibi Kuvvetli
Chorlette Bronte (1816-1855)
Jane Eyre, Rüzgarlı Bayır

Robert Luis Stevenson (1850-1894)
Define Adası, Doktor Jekyil ile Mr Hyde

İvan Turgenyev (1818-1883)
Rudin, Babalar ve Oğullar, Taşralı Kadın, Duman ve Bakir Toprak

Lew Nikolayeviç Tolstoy (1828-1883)
Savaş ve Barış( Savaş ve Barış), Anna Karanina, Ölümden Sonra Dirilme, İvan İlyiç’in Ölümü, Hacı Murat

Anton Çehov (1860-1904)
Martı, Vayna Dayı, Üç Kızkardeşler, Vişne Bahçesi

Gogol (1809-1852)
Ölü Canlar, Müfettiş

Fiodor Mihayloviç Dostoyevski (1822-1881)
Suç ve Ceza, Karamazof Kardeşler, Budala,Ölü Bir Evden Anılar

Gorki
Ana , Üç Kişi,
Mark Twain
Tom Sawyer’in Maceraları
------------------
Sami Paşazade Sezai, Nabizade Nazım, Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi
Gürpınar, Mehmet Akif Ersoy, Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sait Faik Abasıyanık, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Tarık Buğra, Peyami Safa, Halide Edip Adıvar’da Realist çizgilere rastlanır.

4-NATURALİZM:
-Realizme benzer özellikler taşır.
-Realizmi yeterince gerçekçi bulmayan bu akım Realizmle aynı dönemde gelişmiştir.
-Akım Taine’in Determinizm görüşünü edebiyata uygulamak istemiş , edebiyatın da deneysel bilimlerde olduğu gibi, deneme sahası olabileceğine inanmıştır. Bunlara göre gözlem bir eser için yeterli bir yol değildir.
-Akımın kurucusu Emile Zola Realist’lerle aralarındaki farkları şöyle açıklıyor: “Gözlemci demek, doğadaki olayları hiçbir değişikliğe uğratmadan , olduğu gibi inceleyen kişi demektir. Deneyci ise olayları doğanın ortaya çıkardığı biçimlere göre değil de herhangi bir amaçla kendisinin onlara şu ya da bu koşullar altında verdiği biçimlere göre inceleyen kişidir.” Demek ki gözlemci sadece gözler, deneyci ise olaylara müdahale ederek onları değiştirir.
-------------
*Naturalizm’de gerçeğin daha çok çirkin yönü ele alınır. Realistler gerçekler arasında seçme yaptığı halde bunlar yapmaz. Bu yönlerinin eleştirilmesine Zola şöyle cevap verir: “Bizler toplumsal yaraların sebeplerini araştırıyoruz. Bundan dolayı çoğu zaman kokuşmuşlukları ele almak, insanın sefaletinin , çılgınlıklarının bulunduğu yerin dibine kadar inmek zorundayız.”
*Bu akımda insanın duyguları, tutkuları , düşünceleri , eylemleri , soyunun ve içinde yetiştiği doğal ve toplumsal çevrenin etkisiyle oluşur. Yani insan davranışlarının temelinde soya çekim vardır. kalıtsal özellikler çevre koşullarıyla birleşip kişinin karakterini oluşturur. Elbette böyle bir insanın davranışlarını içgüdüleri yönlendirir.
*Deney ve gözleme çok fazla yer verilir.
*Naturalizm’de doğrulanması gereken bir hipotez vardır. Yazar eserin sonuna kadar bu hipotezi doğrulamak için uğraşır.
*Yazar kişiliğini gizler olaya duydu ve düşüncelerini katmaz. Bir tutanak yazmanı gibi davranır. Zola: “Nasıl ki kimya bilgini kendi hazırladığı koşullar altında oluşan doğal olayları gözleyip saptamakla yetinir, azota kızmadığı gibi, oksijene de aşırı sevgi göstermezse sanatçı da suç karşısında yargıç kesilmez, erdem karşısında ise alkış tutmaz.
*Dilde pek seçici değillerdir. Kahramanları hangi çevreden seçerse o çevrenin diliyle konuşturur. Bu nedenle argolar , küfürler eserde değiştirilmeden verilir.
*Toplum için sanat düşüncesi benimsenir.
*Naturalizm’de yazar bir bilim adamı durumunda olduğu için hayatın bütün pislik ve çirkinliklerini eserinde konu etmekten çekinmez.
*İnsan kişiliğinin oluşumunda çevrenin önemi fazla olduğundan insan ve çevre tasvirlerine bol bol yer verilir.
*Bu akımın belli başlı temsilcisi Emile Zola’dır.
*Türk Edebiyatı’nda Beşir Fuat ve Hüseyin Rahmi Gürpınar’da yer yer Naturalist çizgilere rastlanır.










5-PARNASİZM:Realizmin şiire uyarlanmış şeklidir.
*Realist görüşleri benimseyen şiir akımıdır. Romantizme tepki olarak doğmuştur. Romantizmin aşırı duygusallığına, öznelliğine , abartılı söyleyişlerine karşı çıkan şairler, içe dönük şiir yerine dışa dönük, dış dünyayı nesnel biçimde gözleyip anlatan şiiri tercih etmişlerdir.
*Şair kişisel duygularının ve tutkularının yerine , dış dünyadaki gözlemlerini anlatmalıdır. Bu da doğanın nesnel bir tutumla betimlenmesi denektir.
*Felsefi görüşler, hatta bilim ve fenle ilgili görüşler de şiire alınmıştır.
*Şiirde dış yapı sağlamlığına önem verilir. Şiirde güzelliğin peşine düşülür. Bunlara göre güzellik ancak biçimlerle elde edilebilir. o bakımdan biçim olgunluğuna her şeyin üstünde önem verilmesi, şiirin ahlaksal, siyasal ve toplumsal sorunları anlatan bir araç olmaktan çıkarılıp bir amaç haline getirilmesi sanatın ilk şartıdır. Şiirin güzel olması şiir olmak için yeterlidir.
*“Sanat sanat içindir.” ilkesine bağlıdır.
*Yeni ve özel bir Klasisizme dönme istenir.
*Romantizm’de bir yana bırakılan Yunan ve Latin mitolojisine yeniden dönülmüş
o kültürlerin yok olması karşısındaki üzüntüler anlatılmıştır.
*Dini ve milli duygulara geniş yer verilir.
*Ahenkten çok ritim önemlidir.
*Romantizmin içli şiir ilkesinin karşısına saf şiir ilkesi çıkarılır.
*Nazım şekli olarak daha çok sone kullanılır.
*Vezinde yenilikler yapılır. Nazım şekli, kafiye, ölçü vazgeçilmez öğeler olarak görülmüştür. Sözcük seçimine büyük önem verilmiş, gereksiz sözcük kullanmaktan kaçınılmıştır.
*Betimlemelerde , sözcüklerin betimlenen manzaraya uygun olması , onu çağrıştırması şiir için son derece gerekli görülmüştür.
*Dış alemin tasvirine , manzaraya, dil güzelliğine ve kelime seçimine büyük önem verilir.
*Egzotik şeylere merak salınır. Çin, Hint, Mısır gibi uzak ülkeler ve onların kültürleri şiire girmiştir.
*Parnasyenler kendi devirlerindeki sosyal çöküş karşısında çareyi kendi tarihlerindeki ihtişamlı dönemlere kaçmakta bulurlar.

----------------
Temsilcileri
Theophile Gauitier (1811-1872)
Thedore de Bonville (1823-1891)
Leconte de Lisle (1818-1894)
François Coppe (1872-1908)
Sully Pradhomme
-----------------
Yahya Kemal
Tevfik Fikret








6-SEMBOLİZM: 1870- 1932 yılları arasında Fransa’da görülür.
*Parnasizme tepki olarak doğmuştur. Fransa’da başlamış , tüm Avrupa’ya yayılmıştır.
*Gözlem ve deney metotlarını benimseyen Realist ve Naturalist edebiyatın egemen olduğu dönemde , Fransa’da bir yandan da idealist felsefe yayılmaya başlamıştır. Zaten aşırı gerçekçi bir yaklaşım , insanlara aradığı mutluluğu verememişti. Üstelik Farnsa’da 1870 askeri bozgunundan sonra ,halkta karamsarlık, bezginlik, siyasal ve toplumsal alanda bazı değişiklikler yapılmasını gerekli kılıyordu. Ruhsal bunalım içindeki genç kuşak , eskiyi yıkmak, geleneğin dışında bir yol tutmak eğilimindeydi. Bu sırada Alman filozof Schopenhauer’in ileriye sürdüğü “Dünya bir tasavvurdan ibarettir.” Görüşü gençler tarafından benimseniyordu. Artık görünene değil , bilinç altına, öznelliğe yönelme görüldü. Böylece sembolizm oluşmaya başladı.
*Dünyayı bir tasavvurdan ibaret gören, gerçeğe sırt çeviren Sembolist şair imgesel bir dünyada yaşar. Onlara göre gerçeği olduğu gibi anlatmanın imkanı yoktur. Duyularımız, dış dünyayı olduğu gibi değil, onun asıl halini değiştirerek bize ulaştırır. Nasıl düz bir çubuk , suda kırık görünürse, dış dünyadaki maddeler de gerçek durumlarıyla görünmezler. Öyleyse biz dış dünyayı hiçbir zaman gerçek halleriyle anlayamayız.ancak ondan almış olduğumuz izlenimleri anlatmış oluruz. Bu da kişiden kişiye değişir.
*Sembolist şair aydınlıktan kaçar, güneş batmaları, kısık lambalar, perdelere vuran gölgeler, ay ışığı , durgun sular, sararmış yapraklar, sessizlik, bilinmedik uzak ülkeler özlemi ( O Belde) konularında şiir yazılmıştır. Toplumsallıktan kaçmak, insanlardan uzak yaşamak, bu şairlerin tercihidir. ( Ahmet Haşim : Hiçbir sima hayalde olduğu kadar hakikatte güzel değildir .)
*Sembolist şair bir anlamı açıklamak için değil , bir duyumu sezdirmek için şiir yazar. Bu nedenle şiirde telkin yolunu kullanır. Ona göre nesneler birer semboldür. Verilmek istenen anlam mutlaka bir sembolün arkasında gizlidir. Bazen kelimeler imgeleri karşılayamayabilir. Bu durumda şair , sözcüklere yeni anlamlar yükler, alışılmamış eski sözcükleri yeniden kullanır ya da bir takım yeni sözcükler uydurup , dilin geleneksel söz dizimini bozar.
*Şiirde kullanılan sözcüklerin ses özellikleri çok önemlidir. Çünkü Sembolizm’de “şiirin sözden ziyade musikiye yakın olması” aranır. Sembolist şair Verlaine “Musiki, her şeyden önce musiki” derken şiirde neyin önemli olduğunu ortaya koyar. Bu nedenle şair , sesleri ahenkli olduktan sonra her sözcüğü kullanabilir.
*Sembolizm’de evren bir bütün olarak görülmüş ve bu nedenle duyular arasında fark görülmemiştir. Sonuçta bir duyuyla ilgili sözcük , diğer duyular için de kullanılabilir. Sembolist şiirde acı yeşil, siyah korku, beyaz titreyiş ifadeleri böyle bir anlam ilgisini karşılar.
*Dildeki bu özellikler , sembolist şiiri zor anlaşılan, hatta anlaşılmayan bir şiir haline getirmiş , bu onun okur sayısını son derece azaltmış, bir salon edebiyatı haline getirmiştir.
*Biçim olarak klasik nazım biçimleri yerine , şairin isteğine göre bir biçimi benimsemesi uygun görülmüştür. Çoğu şiirde biçim serbestliği vardır. elbette bir musiki oluşturmak isteyen şair ölçü, kafiye gibi ahenk oluşturan unsurları da ihmal etmemiştir.
*Sembolistlere göre sanat ve edebiyatta realizm mümkün değildir.
*İnsan duygusu dış evreni olduğu gibi değil , duyduğu gibi yansıtır. Bu duyuş ve yansıtış sanatçıdan sanatçıya değişir.
*Sembolizmin dışında kalan sanatçıları materyalist olarak nitelendirirler; onları şekle fazla bağlı kalmakla suçlarlar.
*Sembolistler insan ruhu ile tabiat arasındaki gizli bağları ortaya çıkarmak , şiir diline müziğin telkin gücünü kazandırmak isterler.
*Sembolistlere göre doğrudan doğruya anlatılamayan derin düşünce ve duygular semboller ve söz müziği ile anlatılabilir.
*Sembolizmde şiirin biçim yönü özentisizdir.
*Kusursuz ölçü , tam kafiye, düzenli nazım şekli ve klasik üsluptan uzaktırlar.
*Şiirde serbest ölçüyü sembolistler kurmuşlardır.
*Şairin amacı anlatmak değil telkinde bulunmaktır.
*Güzelin etkisi kapandıkça artar. Güzellik açıkta değil kapalılıktadır.
*Mecaz en değerli yapı taşıdır.
*Her okuyucu şiiri kendi anlayışına ve yeteneğine göre anlar ve hisseder .şiirin gerçek manası , işte bu anlaşılan ve hissedilen şeydir.
*19. Yüzyıl pozitivizminin sosyal hayattan kovmak için çırpındığı rüya ve esrar sembolizm vasıtasıyla edebiyata girer.
*Temsilciler: İlk örneklerini Charles Baudlarie vermiştir.
Jean Moreas, H. De Regnier, Arthur Rimbaud, Stephane Mallarme ,Verlaine, Paul Valery,
Jules Lafogue
---------------
Ahmet Haşim ve Cenap Şahabettin sembolizme yakın eserler vermiştir.
7-SÜRREALİZM:
-İnsanın bilinçaltını açıklamaya çalışan edebiyat akımıdır. İnsanların gerçek eğilimleri , istekleri, toplum yasalarının, geleneğin, ahlakın, dinin baskıları yüzünden bilinçaltında kapalı durmaktadır. Rüyalar, sayıklamalar, sarhoşluk halleri, delilikler, aklın denetimi dışındaki hareketler olduğundan insanın gerçek kişiliğini açıklar. Öyleyse gerçek insanı anlatmak durumunda olan sanat, insanın bu halleri üzerinde durmalıdır. İnsan bir “aysberg” gibidir. Bilinmeyen yönü, bilinenden daha fazladır.
-Sürrealizm Freud’un psikanaliz verilerinden oldukça yararlanmıştır. Onun elde ettiği sonuçları bilimsel gerçek gibi kabul etmişlerdir.
-Sürrealizm’de “otomatik yazı” denen bir sistem uygulanır. Bu yazı , önceden hiçbir konu düşünmeden , kalemin ucuna gelenleri hiç ara vermeden hızlı hızlı yazarak elde edilir. Ya da bir kişi hipnoz edilir. Ona değişik sorular sorulu ve cevaplar hiçbir değiştirme yapmadan yazıya geçirilir. Elbette böyle bir yöntemle elde edilen yazıda anlamsız sözler, birbiriyle ilgisiz saçma ifadeler olabilir. Sürrealizm’e göre bu, gerçek bir sanattır.
-Akımın akıl dışılığa verdiği bu değer, zamanla azalmış akla seslenen ancak bilinçaltını ihmal etmeyen bir anlayışa dönüşmüştür.
-------------------------------------
*20. Yüzyılın başlarında Fransa’da Andre Bretone tarafından ortaya atılmış ve sonradan bütün Avrupa’ya yayılmıştır.
*Edebiyatımızda gerçeküstücülük diye bilinir.
*Dr. Sigmund Freud’un insanda cinsiyet duygusu ile ilgili görüş ve düşüncelerinin etkisindedir.
*Sanatçının , iradesini şiirden uzaklaştırarak kendisini tesadüflerin kucağına bırakmasıyla gerçek şiire varılabileceğine inanırlar.
*Sürrealizme güre insan kapalı bir kutudur. Ne olduğunu gösterebilmesi için aklın, mantığın, gelenek ve göreneklerin etkisinden sıyrılmalıdır.
*Bunun için insanın kendisini her türlü sosyal ve ahlaki bağlardan kurtarmasını, gerçek anlamda içbenliğinde özgür olmasını savunurlar.
*Bilinç altının serbest çağrışımlarla ifade edilmesini temel ilke olarak benimser.
*Sürrealizm’i Dadaizm’den ayrılan Andre Bretone , Aragon, Eluard kurmuştur. Edebiyatımızda özellikle GARİPÇİLER bu akımdan etkilenmişlerdir.


















8-EGZİSTANSİYALİZM (VAROLUŞÇULUK)
-İkinci DÜNYA Savaşı’nın son yıllarında Fransa’da ortaya çıkmıştır.
-Aslında bir felsefe akımıdır. Sartre’ın onu edebiyata uygulamasıyla edebiyat akımı haline gelmiştir.
-Bu akıma göre insan var olmadan önce hiçbir özelliği olmaz. Yani bir bebek , beyaz bir kağıt gibi doğar. Olaylar karşısında gösterdiği tepkiler onun kişiliğini oluşturur. Bu nedenle Egzistansiyalist eserlerde karakter yok , durumlarla karşı karşıya kalmış insanlar vardır. bu insanlar karşılaştıkları durumlarda yaptıkları davranışlarla karakterini oluşturur.
-Bu akımın çıkış yeri Descartes’in “Düşünüyorum öyleyse varım.” Düşüncesidir. Davranışlarını kendisi seçmek zorunda olan insan en doğruyu , en iyiyi seçmek zorunda olduğunun bilinciyle büyük bir bunaltı , iç sıkıntısı çeker. Ancak bu bunalma onun hareketlerine engel olmaz, tersine onların sorumluluk bilincini geliştirir.
-Bu özellikleri taşıyan kahramanların bulunduğu Egzistansiyalist romanda , kahramanların ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Biz onu ancak eser sonunda tam olarak kavrayabiliriz. Böylece eser sürükleyiciliğini hiç kaybetmez ve okurun ilgisini canlı tutar.
------------------
*Egzistansiyalizme göre değişmeyen gerçek şudur: İnsan vardır, özgürdür, çevresini saran dünyayı bir türlü anlayamaz; bu yüzden umutsuzdur, karamsardır, kötümserdir; yaşamayı tatsız ve anlamsız bulur.
*Egzistansiyalistler bir çeşit bunaltı içindedirler. Yaptıkları edebiyata bunaltı edebiyatı denmesi bundandır
*İnsan, varolduğunun bilincindedir. İnsan sadece kendinde var değildir. kendisi için de vardır.
*İnsana yer yüzünde yol gösterecek kendisinden başka hiçbir şey yoktur.
*İnsanın kendisi için bir varlık olması onu hürriyete götürür.
*Hangi şartlarda olursa olsun, insan insan olarak hürdür ve kendi kararlarıyla kendi hayatını kurar.
*Dünya edebiyatının belli başlı egzistansiyalist sanatçıları: Jean Paul Sartre,Albert Camus, Gabriel Mercel, Kierkegaard, Jaspers, Simone de Beauvoir



















9-EKSPRESYONİZM:
*Ekspresyonizm, realizm ve naturalizme tepki olarak doğmuştur.
*Ekspresyonistler sanatçının ruhi durumunu ön plana çıkararak tabiatı ve eşyayı ikinci plana atarlar.
*Tabiatı ve eşyayı mizaca göre anlatmayı gaye edinirler.
*Romantizmin değişik, yeni bir şeklidir.
*Dış dünyanın insan üzerindeki etkisini belirtmeyi bir tarafa bırakıp , dış dünyayı sanatçının iç dünyasına göre ifade etmeye çalışırlar.
*Gerçekler ve görünüşler insandan insana değişir.
*Her yazar dış dünyadan etkiler alır. Bu etkiler sanatçıdan sanatçıya değişir. Önemli olan yazarın kendi kişiliğini, sanatçı kişiliğini ortaya koyabilmesidir.
*Ekspresyonistler sanatla alışılmış geleneklere karşıdırlar. Bütün yerleşmiş sanat geleneklerini yıkmak isterler.
*İçinde yaşadıkları toplumu ve onun estetik değerlerini reddederler.
*Sözün yaratıcı gücüne ve dünyayı değiştirme yeteneğine inanırlar.
*Yerleşmiş değerlere ve kurumlara karşı acımasız tavır alırlar.
*İnsanları somut dünya gerçeklerinden kopararak yazarın iç dünyasına sürüklemeye çalışırlar.
*Ekspresyonizmin tanınmış bazı sanatçıları: Fransız Werfel, Franz Kafka, Georg Kaiser, Erns Toller, T.S.Eliot






























10-EMPRESYONİZM ( İZLENİMCİLİK)
*XIX. Yüzyılda doğmuş ve bütün sanat dallarını etkilemiştir.
*Sanat eserine konu edilen varlığın realist ve objektif yönünü değil, sanatçıda uyandırdığı izlenimleri anlatmak amacını güder.
*Empresyonistler, tabiatı gerçekte olduğu gibi bütün ayrıntılarına bağlı kalarak değil , ancak ondan edinilen izlenimler ölçüsünde ve niteliğinde anlatmayı gaye dinirler.
*İzlenimler sanatçıdan sanatçıya değişeceği ve her sanatçı, eserinde kendi izlenimlerini anlatacağı için, ortaya konan sanat eseri , onu meydana getirenin tam kişiliğini ortaya koyacaktır. Bu özellikleri dolayısıyla empresyonistler kendilerini çevreleyen dış dünyaya karşı ilgisizdirler.
*Dile getirmek istedikleri kendi iç dünyalarıdır.
*Empresyonizmin tanınmış bazı sanatçıları : Concourt Kardeşler, Rimbaud, Verlaine, Hopkins, Joyce, Rilke





































11-FÜTÜRİZM ( GERÇEKÇİLİK)
-İtalya’da başlayıp oradan Avrupa’ya yayılan edebiyat akımıdır. Kurucusu Marinetti’dir. Hayatta her şeyin sürekli değiştiğini , sanatın da buna uyum sağlaması gerektiğini savunur. Geçmişe ait ne varsa hepsinin unutulması , yok edilmesi gerektiğini savunur.
-Her şiirde hızın güzelliği vurgulanmış, uçaklara, trenlere övgüler düzülmüştür. Şiirde geleneğe bağlı bütün kurallar yıkılmış, ölçü, uyak , nazım biçimi terk edilmiş özgür nazım tercih edilmiştir.
-Geleneksel dilbilgisi kuralları , sözdizimi kuralları kırılmış, hıza ve hareketlere uygun olan mastar halindeki fiillere , isimlere önem verilmiştir.
-Avrupa’ya dağılırken , özellikle Rus edebiyatında birçok değişikliklere uğramış, savaş tutkusu barışa, milliyetçilik evrenselliğe dönüşmüştür.
---------------

*Önce şiire sonra resim ve heykele uygulanmıştır.
*Sanatta geleneği ve geçmiş devirlerin sanatını reddederler.
*Zamana bağlı dinamizmi ve geleceği kucaklayan görüşü temsil iddiasındadır.
*Sanatta makine gürültülerini, teknolojinin, uçağın, trenin sesini duyurmaya çalışırlar ve bu sesten zevk alırlar.
*Marinetti bu akımın öncüsüdür. Rus şair Mayakovsky de akımın önemli temsilcisidir.





























12-DADAİZM
-Kişiyi aklın tutsaklığından kurtarmayı amaçlayan ancak pek taraftar bulamayan edebiyat akımıdır.Bunlara göre geçmişin bir değeri yoktur.daha doğrusu hiçbir şeyin anlamı yoktur.
-İsmini bile sözlükten rastgele seçtikleri “dada” sözü ifade eder.
-Sanatı dil, ölçü, uyak, biçim, anlam kaygılarından kurtarmak, bilinen anlamlar ve alışılmış kurallar dışında bir düzen oluşturmak gerektiğini savunan Trisan Traza tarafından kurulmuştur.
----------------------

*Kuralsızlığı kural kabul ederler.
*Edebiyattaki bütün kuralları yıkmak , yerleşmiş her edebi anlayışı hiçe saymak amacındadırlar.
*Dada kelimesi rastgele seçilmiş bir isimdir.
*Bu akıma bağlı sanatçılar cemiyetin ve insanlığın yüce, asil kabul ettiği bütün değerleri kokuşmuş diye hiçe sayarlar.
*Yıkmak istedikleri ahlak ve sanat kuralları yerine ne koyacaklarını kestirememişlerdir.
*Dadaistlerin toplantıları genellikle kavga dövüş ve rezaletle bitmiş, polis tarafından dağıtılmıştır.
*Öncüsü Tristan Tzara’dır.







13-KÜBİZM
*Empresyonizme tepki olarak doğmuştur.
*Empresyonizmden sonra çağdaş sanat akımlarının en önemlisi kabul edilir.
*Daha çok resim alanında uygulanır.
*Hacim değerlerini, gri ve kahverengi ahengi içinde ele alarak eşyaların geometrik yapılarını ön plana alırlar.
*Olayları duygularla karıştırarak mantık ve muhakemeden uzaklaşıp sanatçı izlenimlerine dayanarak anlatırlar.
*Edebiyatta Apollinaire kübik anlayışla serbest çağrışımların aynı mısrada birbiri üstüne geldiği karışık ve tuhaf anlamlı şiirler yazmaya çalışır.
*Belli başlı sanatçıları: Paplo Picasso, Georges Braque, Juan Gris, Fernand Leger

11 Şubat 2008 Pazartesi

Halk Yazını (la literature orale)

HALK EDEBİYATI

Kaynağını geleneklerden, halkın kültüründen alan bir edebiyattır. Halk Edebiyatı, İslamiyet öncesi sözlü edebiyatın uzantısıdır. Halkın yarattığı sözlü eserlerden oluşur. Dil, biçim, konular, duyarlıklar bakımından halk kültürüne sıkı sıkıya bağlıdır.
Halk Edebiyatı; edebî zevk, düşünce ve anlatım gücüne ulaşmış âşık ve tekke tarzı sahibi belli eserlerle, malzemesi dile dayalı destan, efsane, halk şiiri, mani, ağıt, türkü, bilmece, masal, halk hikâyesi, fıkra, atasözü, deyimler, tekerlemeler gibi sözlü gelenekte yaşayıp kuşaktan kuşağa aktarılan anonim ürünlerden oluşur.
Halk Edebiyatı kavramı içinde toplanan bu türlerin bir bölümü günümüzde de bazı bölgelerde dinamik olarak yaşamaktadır.
Doğu Anadolu bölgesinde canlı olarak devam eden Âşıklar geleneği, kahvelerde, düğünlerde, bayramlarda, sohbetleri zenginleştirirken, aynı zamanda dinleyenleri düşündürmekte ve eğlendirmektedir.
Nasrettin Hoca, Bektaşî, Laz ve benzeri tipler etrafında teşekkül etmiş ve etmekte olan fıkralar güldürürken düşündürmekte toplumu ve kişileri eleştirirken anlatanı ve dinleyenleri daha iyiye, daha güzele yöneltmektedir.
Bilmeceler yetişen genç nesillerin zihin gelişimine yardımcı olmaktadır.
Atasözleri ve deyimler eski nesillerin tecrübelerini ve tavsiyelerini yeni nesillere aktarmaktadırlar.
Millet hayatındaki, savaşlar, göçler, destanlarda anlatılmış, ölenlerin ardından yakılan ağıtlar ve her konuyu işleyen türküler kederi, neşeyi ve sevgiyi yansıtmaktadır.
Dini yaşayıştaki heyecan ve vecd ilâhîlerle anlatılmış, âşıklar Türk dilinin anlatım gücünü, inceliğini musiki ile dile getirerek yüzyıllarca yaşatmışlardır.
HALK EDEBİYATI’NIN GENEL ÖZELLİKLERİ
1. Dil ve anlatımda süslü söyleyişe yöneliş yoktur. Genellikle yalın anlatım kullanılır.
2. Söylendikleri, yaşatıldıkları devir ve çevrenin yaygın Türkçesi kullanılmıştır.
3. Halkın içinden doğan eserler, konu, tema ve duyarlık bakımından halkın hayatına sıkı sıkıya bağlıdır.
4. Şairler, genellikle okumamış kişilerdir.
5. Aşk, doğa, ayrılık, özlem, ölüm, din, tasavvuf konularının yanı sıra toplum hayatını ilgilendiren sorunlara da sık sık eğilen şairler, bunlarla ilgili eleştiriler getirirler. Daha çok somut konular işlenir. Biçimden çok konuya ağırlık verilmiştir.
6. Âşık edebiyatı şiir ağırlıklı bir edebiyattır.
7. Âşık veya saz şairi denilen sanatçılar tarafından daima müzik eşliğinde söylenir. Şair şiirlerini saz eşliğinde, belli bir ezgi ile söyler.
8. Âşıklar, bu edebiyatın mensur kısmını oluşturan halk hikâyelerinin oluşumu, gelişimi ve aktarılmasında da önemli rol oynarlar.
9. Şiirde nazım birimi dörtlüktür. Yaygın olarak hece ölçüsü kullanılmıştır. Hecenin en çok 7’li, 8’li ve 11’li kalıpları kullanılmıştır. Fakat şehirde yaşamış, medrese eğitimi almış bazı ozanlar aruzu da kullanmışlardır.
10. Şiirler işledikleri konuya göre güzelleme, koçaklama, ağıt ve taşlama, ilahi… gibi adlar almışlardır.
11. Koşma, türkü, mani, destan, semâî… gibi değişik nazım şekilleri kullanılmıştır.
12. Âşık edebiyatı doğaçlamaya (irtical) dayanır. Âşıklar, eserlerini bir ön hazırlık olmaksızın, doğrudan sözlü olarak meydana getirirler. Bu yüzden şiirlerde derin bir anlam, kusursuz bir biçim görülmez.
13. Dinî-tasavvufî edebiyatın etkisinde kalmıştır.
14. Halk deyimlerine ve güzel halk söyleyişlerine yer verilir.
15. Azda olsa benzetmelerden faydalanılmıştır. (Boy serviye, yüz aya, kaş kaleme, diş inciye, yanak güle)
16. Şiirlerin başlığı yoktur, Nazım şekilleri ile adlandırılır.
17. Genellikle yarım kafiye kullanılır. Daha çok redifle ahenk sağlanır. Kafiyenin yanı sıra “ayak” da söz konusudur.
18. Konu, şekil ve dil bakımından dış tesirlerden uzaktır.
19. Nesir alanında da eserler verilmiştir. Nesir halk edebiyatında nazma göre çok çok önemsiz kalmıştır. Çünkü duygu ve düşüncelerin kalıcılığı şiirle daha kolay sağlanmaktadır.
20. Nesir örnekleri arasında halk masalları, halk hikâyeleri, efsaneler, atasözleri, deyimler, halk tiyatrosu, bilmeceler, fıkralar sayılabilir.
21. Bunlardan en yaygınları -tür olarak- masallar, hikâyeler ve efsanelerdir.
22. Atasözü, bilmece ve deyimler zaten -halkın ürünü olmakla beraber- her alanda herkes tarafından kullanılmaktadır.
23. Halk edebiyatı gözleme dayalıdır. Benzetmeler somut kavramlardan yararlanılarak yapılır. Söyledikleri her şey gerçek yaşamdan alınmadır.
24. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren halk şairleri, divan şairlerinden etkilenerek aruzun belirli kalıplarıyla şiirler yazmayı denemişlerdir. Hatta divan şiirinin mazmunlarını da kullanmışlardır. Bu durumun ortaya çıkmasında halk şairlerinin, aydınlar ve divan şairlerince hor görülmelerinin, değersiz ve güçsüz sayılmalarının etkisi de vardır.


Halk Edebiyatı üç bölümde incelenir:
a) Anonim (Ortak) Halk edebiyatı
b) Aşık Edebiyatı (Saz Şiiri)
c) Tekke (Tasavvuf) Edebiyatı

Anonim Halk Edebiyatı:
Söyleyeni belli olmayan, ağızdan ağza, kulaktan kulağa yayılan, halkın ortak malı olan ürünlerin oluşturduğu edebiyattır.
Özellikleri şunlardır:
1) Belli bir sahibi yoktur. Halkın ortak malı olan ürünlerden oluşur.
2) Dili sade, akıcı bir halk Türkçesidir.
3) Şiirlerde hece ölçüsünün 7’li, 8’li, 11’li kalıpları ağırlıklı olarak kullanılır.
4) Somut ve gerçeklerle iç içe bir edebiyattır.
5) Şiirlerinin nazım birimi dörtlüktür.
6) En çok yarım kafiye kullanılmıştır.. Bazı manilerde cinaslı kafiye görülür.
7) Mecazlara ve edebi sanatlara fazla yer verilmez.
8) Ölüm, aşk, tabiat sevgisi, ayrılık acısı, özlem, yiğitlik, toplumsal aksaklıklar gibi konular işlenir.
9) Sözlü geleneğe dayanır.
10) Anonim halk edebiyatı ürünleridir; mani, ninni, türkü, destan, tekerleme, bilmece, masal v.b.

ANONİM HALK EDEBİYATININ BELLİ BAŞLI ÜRÜNLERİ
MANİ
Anonimdir. Sevgi, tabiat, övgü, yergi, evlât sevgisi, ayrılık, hasret ve aşk konularını işler. Konu sınırlaması yoktur. aaxa şeklinde kafiyelenir. Genellikle tek bir dörtlükten oluşur.
Mani çeşitleri:
Düz Mani: Yedişer heceli dört dizeden oluşur. Kafiyeleri çokluk cinassızdır.
Kesik mani: Birinci dizesi 7 heceden az, anlamlı ya da anlamsız bir sözcük grubu olan maniler. Bu kesik dize sadece kafiyeyi hazırlar.
Cinaslı mani: Kesik manilerde eğer kafiye cinaslı ise bunlara cinaslı mani denir.
Yedekli (artık) mani: Düz maninin sonuna aynı kafiyede iki dize daha eklenerek söylenen maniler. Cinaslı kafiye kullanılmaz, birinci dizeleri anlamlıdır.
Deyiş: İki kişinin karşılıklı söylediği manilerdir. Soru yanıt şeklinde düzenlenir. Bir başka kişinin ağzındanmış gibi aktarıldığı şekilleri de vardır.
TÜRKÜ
Daima bir ezgiyle söylenen, düzenleyicisi bilinmeyen ya da unutulmuş olan, değişik konulardan söz eden, genelde hecenin 11’li kalıbıyla oluşturulan şiirlerdir. Türküler besteli şiirlerdir.
UYARI: Daima bir ezgi ile söylenen "ninni" ve "ağıt" türleri de türkü kapsamındadır. Yani ninniler ve ağıtlar bağımsız bir nazım biçimi değil, türkü biçiminin türleridir. Bunlar da anonim ürünler­dir. Ancak koşma biçimindeki kimi ağıtların söyleyenleri bellidir; onlar da bestelendiklerinde türküleşirler.

AĞITLAR
Sevilen bir kişinin ölümünden duyulan acıyı dile getiren ve her zaman bir ezgiyle söylenen şiirlerdir. Ağıtlar aslında bir türkü çeşididir. Dörtlüklerden oluşur. 11’li hece ölçüsüyle söylenir. Genellikle uzun hava ve kırık hava denilen ezgilerle terennüm edilir. Koşmanın bir çeşidi olan ağıtla karıştırılmamalıdır. Aşık Edebiyatı’ndaki ağıtın söyleyeni bellidir.
NİNNİLER
Her zaman bir ezgiyle söylenen, türkü biçiminde oluşturulan ve küçük çocukları uyutmak için söylenen şiirlerdir. Aslında bir türkü çeşididir. Genellikle dörtlüklerden oluşur. 8’li ve 11’li hece ölçüsü kullanılmıştır. Bazı ninnilerde hece ölçüsüne dikkat edilmediği görülür. Söyleyeni belli olmayan bu ürünler dörtlüklerden ve nakarat bölümlerinden oluşur.

ATASÖZLERİ
Uzun deneyim ve gözlem ürünü olan, topluma bir öğüt vererek doğru yolu göstermeye çalışan kısa, özlü sözlerdir. İslamiyet öncesi edebiyatta sav olarak bilinen atasözlerinin çoğu hece ölçüsüne uygun ve sanatlıdır. Atasözlerinde genellikle geniş zaman kipi kullanılır. Didaktik özellikler taşıyan atasözleri hem gerçek, hem de mecaz anlam taşır.
“Bol zamanda dar harcanan, dar zamanda bol harcanır. “

BİLMECELER
Bir varlık veya nesnenin adını anmadan niteliklerini üstü kapalı bir biçimde söyleyerek o varlık, nesne veya kavramın ne olduğunu dinleyene buldurmayı amaçlayan sözlerdir. Çoğu ölçülü, kafiyeli, aliterasyonlu ve cinaslı olan bilmeceler birer söz oyunu niteliğindedir. Bilmecelere Divan Edebiyatı’nda Muamma adı verilmiştir.
“Elimde bir tane/İçinde bin tane” Nar
Manisa’dan, Tire’den, şimdi geçti buradan. (Rüzgar).
Burdan vurdum kılıcı, Halep’ten çıktı ucu. (Şimşek)

FIKRALAR
İnsanı güldürürken çoğu kez düşündürmeyi de amaçlayan kısa, nükteli öykücüklere fıkra denir. Nasrettin Hoca, Bektaşi, İncili Çavuş... fıkraları halkın ortak malı olmuştur.

KARAGÖZ
Seyirlik halk oyunlarından olan Karagöz, bir gölge oyunudur. Oyunda Karagöz cahil halk tipini; Hacivat ise aydın tipini temsil eder. Geleneksel Türk Tiyatrosu ürünlerindendir. Manda ve deve derisinden yapılan resimlerin, bir ışık yardımıyla sahnedeki perdeye yansıtılmasıyla oluşur. Bir gölge oyunudur. Bu nedenle bazı kaynaklarda “Hayal-i Zıl” şeklinde de adlandırılır. Kahramanları Karagöz, Hacivat, eşraftan kimseler, Beberuhi, Tuzsuz Deli Bekir, satıcılardır. Karagöz; okumamış, hazır cevap, söylenenleri ters anlayan ve buna göre cevaplar veren kaba bir adamdır. Hacivat ise aydın ve yarı aydın kişileri temsil eder. Karagöz oyununda bütün konuşmalar perdenin arkasındaki tek kişi tarafından yapılır. Bu nedenle Karagöz oynatmak zor bir iştir. Karagöz oyununun oynatıldığı perdeye “hayal perdesi” denir.
Karagöz oyunu dört bölümden oluşur:
1) Öndeyiş ve giriş: Sahneye göstermelik denen bir resim konulur.
2) Muhavere: Karagöz ve Hacivat’ın karşılıklı konuşmaları
3) Fasıl (Asıl oyun)
4) Bitiş: Oyunun sonunda hatalar için özür dilenen ve bir sonraki oyunun yerinin belirtildiği bölümdür.

ORTAOYUNU
Seyircilerle çevrilmiş bir alanda, yazılı bir metne bağlı kalmadan ve doğaçlama (tuluat) yoluyla oynanan bir oyundur. Pişekar ve Kavuklu oyunun temel kişileridir.
Halkın ortak malıdır. Oyunların güldürme unsurları karşılıklı konuşmalardaki söz oyunları, hazır cevaplılık, yanlış anlamalar ve yöresel konuşmaların taklitleridir. Oyunda Karagöz ile Kavuklu’nun; Pişekâr ile Hacivat’ın bütün özellikleri aynıdır. Karagöz ile Ortaoyunun farkı ise, Karagöz’ün perdede, Orta Oyun’un meydanda oynanmasıdır. Yani Orta Oyunu canlı kişilerle oynanırken Karagöz’de tasvirlerin gölgesi oynatılır.

EFSANELER
Eskiden beri söylenegelen, olağanüstü kişi ve olaylardan söz eden, konuşma diliyle oluşturulan, üslup kaygısından uzak, hayali öykülerdir. Efsaneler kimi yönlerden destan ve masalı andırır. Masallar iyi bir sonla bitmesine rağmen, efsanede böyle bir durum söz konusu değildir. Efsaneler bir inanış konusudur. Narlıgöl Efsanesi, Ağlayan Kaya Efsanesi...

MASALLAR
Olağanüstü olay ve kişilere yer veren, çoğu kez bir eğitim amacı güden hayali öykülere masal denir. Masallarda yer ve zaman kavramı yoktur. Bunlar toplumun beğenisini, düşünüş biçimini, geleneklerini kuşaktan kuşağa aktarırlar. Toplumun beğenisini, düşünüş tarzını, geleneklerini, dünya görüşünü kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktaran ürünlerdir. Çoğunluğu olağanüstü olaylarla doludur. Kafdağı gibi olağanüstü coğrafi unsurlar; dev, yedi başlı canavar, ev büyüklüğünde kuş gibi olağanüstü yaratıklar vardır. Masallarda yer ve zaman kavramı belli değildir. Masalların anlatımında genellikle –miş’li geçmiş zaman kipi kullanılır. Söyleyeni bilinmeyen bu ürünler, kulaktan kulağa günümüze kadar gelmiştir. Masallarda iyilik, doğruluk, yardımlaşma öğütlenir. Bu nedenle masalla, didaktik eserlerdir. Masalların özellikle başında, bazen de ortasında ve sonunda tekerleme denilen kafiyeli sözle kullanılır. Türk masallarının sonunda, genellikle iyiler ödüllendirilir. Kırk gün, kırk gece düğün yapılır. Kötüler ise ya kırk katır ya da kırk satır cezasına çarptırılır.
Sözlü gelenekte gelişen masallar, sonradan kitap haline getirilmiştir. Türk Edebiyatı’nda masal derleme konusunda en ciddi çalışmayı yapan Eflatun Cem Güney’dir. Masallardan etkilenerek günümüzde çocuk hikâyeleri doğmuştur.

DEYİMLER: En az iki kelimeden meydana gelen, genellikle mecaz anlamlı söz gruplarına denir. Deyimlerde soyut kavramlar, somut varlıklarla anlatılır. Açıkgöz, boşboğaz, kafa patlatmak, burun kıvırmak...

Tekerlemeler: Ses ve kelime benzerliğinden yararlanılarak oluşturulan yarı anlamlı, yarı anlamsız, hoş söyleyişli sözlerdir. Tekerlemelerde vezin, kafiye, seci ve aliterasyonlardan yararlanılır. Duygu, düşünce ve hayaller, tezada, abartmaya, güldürmeye, tuhaflığa ve şaşırtmaya dayalı olarak ustalıkla anlatılır. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere, tepe düz gitmiş. Altı ay, bir güz gitmiş...

HALK HİKÂYELERİ
Destanların zaman içinde değişime uğramış biçimleri sayabileceğimiz halk hikâyeleri gerçeğe daha yakın olmaları bakımından destandan ayrılırlar. Anonimdirler.
Halk hikâyelerinde şiirle düzyazı iç içedir. Halk hikâyeleri konuları yönünden iki grupta incelenebilir.
Tek olay çevresinde gelişen halk hikayeleri olduğu gibi, kişi ve olay sayısı çok halk hikayeleri de vardır. Bu hikayeler âşıklar ve yaşlılar tarafından anlatılır.
Halk hikayeleri konularına göre dört çeşittir.
a. Aşk Hikayeleri: Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Yusuf ile Züleyha, Ercişli Emrah ve Selvi, Tahir ile Zühre, Âşık Garip Hikayesi, Aşık Kerem Hikayesi, Elif ile Mahmut...
b. Dini-Tarihi Halk Hikayeleri: Hayber Kalesi, Kan Kalesi, Battal Gazi, Danişmend Gazi, Hz. Ali ile ilgili diğer hikayeler...
c. Kahramanlık Hikayeleri: Köroğlu Hikayesi
d. Destanî Halk Hikâyeleri: Dede Korkut Hikayeleri

NOT: Halk hikayeleri, destan ile roman arasındaki aşamanın ürünüdür.
NOT: Destan geleneğinden Halk hikâyeciliğine geçişin ilk ürünü Dede Korkut Hikayeleri’dir. Bu nedenle Dede Korkut Hikayeleri özel bir önem taşır.
Dede Korkut Hikayelerinin en önemli özellikleri şunlardır:
1) Asıl adı “Kitab-ı Dede Korkut Alâ Lisan-ı Taife-i Oğuzan” şeklindedir.
2) 12, 13 ve 14. yy.da Doğu Anadolu’da ve Azerbeycan’da yaşayan müslüman Oğuz boylarının geleneklerini, göreneklerini, iç mücadelelerini, doğa üstü güçlerle, yaratıklarla savaşmalarını ele alır.
3) 14. ve 15. yy.da yazıya geçirilmiştir. Bu konudaki yaygın kanaat hikayelerin 14.yy.’da yazıya geçirildiği şeklindedir. Hikayelerin kimin tarafından yazıya geçirildiği bilinmemektedir.
4) Toplam on iki hikayeden oluşur.
5) Şiir ve düzyazı (nazım-nesir) karışık oluşturulmuştur.
6) Hikayelerde az da olsa masal ve destan unsurları görülür.
7) Çok temiz, güzel ve zengin bir kullanılmıştır.
8) Anlatım açık, yalın ve durudur. Kesinlik ifade eder.
9) Hikayelerde en önemli meziyet kahramanlıktır.
10) Aileye, çoğalmaya, kadına, çocuğa ve çocuk terbiyesine büyük önem verilir. Kadınların ailenin en önemli unsuru olduğu vurgulanır. Önsözünde dört ayrı tadın tipi çizilir.
11) Bütün hikayelerde dini unsurlar (namaz kılma, dua etme, arı sudan abdest alma) görülür.
12) Kahramanlar dövüşlerini, Allah ve peygamber sevgisi için yapar.
13) Türk milletinin karakteristik özellikleri; doğruluk, adelet, güzellik yüceltilir.
14) Misafirperverlik ve cömertlik insanların ortak özelliğidir.
15) At, ağaç, su, yeşillik kısaca tabiat çok sevilir.
16) Kahramanların en büyük yardımcısı atlardır.
17) Kadınlar, eşlerine karşı aşırı saygılı ve itaatkârdır. Eşler de kadınlarına önem verir, iyi davranır.
18) Hikâyelerde, birçok öğüt vardır. Bu nedenle bu hikayeler didaktiktir.
19) Hikayelerde yaşanan olayların tarihi bilgilerle ilgisi vardır.
20) Hikayelerde geçen ve hikayeler adını veren Dede Korkut; yaşlı, herkesin saygı gösterdiği, hakanların bile akıl danıştığı, çocuklara isim koyan, eğlencelerde kopuz çalıp şiirler söyleyen, kırgınlıkları gidermede aracılık eden kişidir.
AŞIK EDEBİYATI
Aşık edebiyatının kaynağı, İslamiyet’in kabulünden önceki Sözlü Edebiyat’tır. 15. Yy’dan sonra gelişerek günümüze kadar ulaşmıştır.
Şiirini, aşk, doğa, kahramanlık gibi konularda, sazıyla birlikte söyleyen şairlere İslâm’dan önce “ozan”, “baksı”, “kam” “oyun” denilirken, İslâm’ın kabulünden sonra “âşık” ya da “saz şairi” denmiştir.
Bu âşıkların oluşturduğu edebiyata da “âşık tarzı Türk edebiyatı” denir.
Âşık edebiyatı şiirden ibarettir. Bu şiir din dışı bir şiirdir; âşık da denilen şairlerin kopuz, bağlama, cura, tambura eşliğinde söyledikleri sözlü-besteli edebiyat türüdür.
Usta-çırak ilişkisiyle yetiştirilen aşıkların çoğu okuma yazma bilmeyen ancak saz çalma ve şiir söyleme yeteneği olan kişilerdir. Âşıklar, saz şairliğini usta âşıkların yanında öğrenir, sonra onlardan mahlâs alarak diyar diyar gezmeye, ellerinde saz şiirler söylemeye başlarlar.
Gelişme alanları arasında kahvehaneler, asker ocakları, kervansaraylar, bozahaneler, tekkeler, konaklar vardır.
Âşık, bilgi, duygu ve becerisini yaptığı atışmalarda gösterir. Aşık şiiri diğer halk edebiyatı ürünleri gibi sözlü edebiyat ürünüdür. 15. yy’dan itibaren yazıya geçirilmeye başlanmıştır. İlk olarak okuma yazma bilen kişilerce derlenerek ‘cönk’ adı verilen defterlere yazılmıştır âşık şiirleri. Böylece şiirlerin zamanla unutulup kaybolması engellenmiştir.
Aşıklık geleneği Anadolu coğrafyasında bugün de canlı olarak yaşatılmaktadır.
Özellikleri:
1) Aşık veya ozan denilen kişilerin, saz eşliğinde söyledikleri şiirlerden oluşur.
2) Genelde sözlü olmasına rağmen şairler, şiirlerini “cönk” dedikleri defterlerde toplamışlardır.
3) Şairler, sazlarını omuzlarına alarak köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşmışlardır.
4) Şiirlerde anlatım içten, canlı ve yalındır.
5) Şairler, halkın içinden çıktığından halk dilini kullanmışlardır. Bu sade dil 18. ve 19. yüzyıllarda bazı şairler tarafından Divan Edebiyatı’nın etkisinde kalmasıyla eski arılığını kaybetmiştir.
6) Nazım birimi dörtlüktür.
7) Koşma, semai, destan, varsağı gibi nazım şekilleri kullanılmıştır.
8) Hece ölçüsünün 7’li, 8’li ve 11’li kalıplarına ağırlık verilmiştir.
9) Aşk, tabiat, gurbet, ayrılık, ölüm, özlem, kıskançlık, yiğitlik, toplumun sorunları, insan davranışları, bunlarla ilgili eleştiriler konu olarak işlenmiştir.
10) Şiirlerin son dörtlüğünde şairin adı veya mahlası geçer.
11) Göz kafiyesi anlayışı yerine, kulak kafiyesine ağırlık verilmiştir. Yani kafiye için aynı sesin kullanılmasına gerek yoktur. Buna göre p/b , ç/ş, t/d, l/ n gibi seslerle de kafiye yapılmıştır.
12) Genellikle yarım ve cinaslı kafiye kullanılmıştır.
13) Benzetme (teşbih) ve kişileştirme (teşhis) dışında edebi sanatlara fazla yer verilmemiştir.
14) Bazı ürünlerde yöresel özellikler görülür.
15) Şiirler genellikle hazırlık olmaksızın irticalen yani içe doğduğu gibi söylenir.
16) Divan Edebiyatı’nda görülün kalışlaşmış benzetmeler (mazmun) Halk Edebiyatı’nda da vardır. Buna göre sevgili anlatılırken yeşil başlı ördek, inci diş, elma yanak, badem göz, kiraz dudak, keman kaş, sırma saç, selvi boy gibi benzetmeler kullanılmıştır.
17) Divan Edebiyatı daha çok düşünceye önem verdiği için soyut bir edebiyattır. Halk Edebiyatı’nda ise şair gördüğünü, yaşadığını anlatır. Bu nedenle Aşık Edebiyatı, somut bir edebiyattır. Ayrıca Divan Edebiyatı’nda sevgilinin tipi çizilir, adı söylenmez. Halk Edebiyatı’nda ise sevgilinin adı (Elif, Ayşe...) vardır.
18) Şiirler, işlenen konulara göre “koçaklama, güzelleme, taşlama, ağıt” gibi adlar alır.
19) Aşık Edebiyatı hayali olaylardan çok, gerçekçiliğin ön plana çıktığı bir edebiyattır.
20) Aşık Edebiyatı’nın yüzyıllara göre en önemli temsilcileri şunlardır:
16. yüzyıl: Köroğlu, Kul Mehmet, Aşık Garip, Aşık Kerem
17.yüzyıl: Karacaoğlan, Kayıkçı Kul Mustafa, Aşık Ömer, Kuloğlu, Ercişli Emrah
18.yüzyıl: Gevheri
19.yüzyıl: Dertli, Dadaloğlu, Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni, Seyrani, Ruhsati
20.yüzyıl: Âşık Veysel, Âşık Ali İzzet, Âşık Murat Çobanoğlu, Âşık Reyhanî, Âşık Şeref Taşlıova.
NOT: 19. yüzyıl halk şairlerinden Dadaloğlu, Divan şiirinden etkilenmemiş, böylece aynı yüzyıldaki Halk şairlerinden ayrı yol izlemiştir.
DİNÎ-TASAVVUFÎ TÜRK EDEBİYATI

Dinî-Tasavvufî Türk edebiyatı İslâmiyet’in ve Tasavvufun etkisiyle ortaya çıkmıştır.
İslâmiyet’in kökleşip yayılmasında büyük etkisi olan tasavvuf, zamanla edebî eserlerde de işlenmiş, din ve tasavvuf, edebiyat aracılığıyla yayılmaya çalışılmıştır.
Dinî-Tasavvufî Türk edebiyatına Tekke edebiyatı da denir.
Dinî-Tasavvufî Türk edebiyatında asıl olan sanat yapmak değil, dinî-tasavvufi düşünceyi yaymaktır.
Tekke şairlerinin çoğu tarikatlarda yetişmiş şeyh ve dervişlerdir.
Tekke şiiri, halk şiirinden de divan şiirinden de nazım şekilleri almıştır.
En belirgin özellikleri şunlardır:
1) Kurucusu 12. yüzyılda Doğu Türkistan’da yetişen Hoca Ahmet Yesevi’dir.
2) Tekke Edb., Anadolu’da 13. y.y.’dan itibaren gelişmiştir.
3) Bu edebiyat şairleri tarikat merkezi olan tekkelerde yetişmiştir.
4) Nazım birimi genellikle dörtlüktür.
5) Hem aruz hem hece vezni kullanılmıştır.
6) Şiirlerin çoğu ezgilidir.
7) Allah, insan, felsefe, doğruluk, ibadet gibi konular işlenmiştir.
8) İlahi, nefes, nutuk, devriye, şathiye, deme gibi nazım şekilleri kullanılmıştır.
9) Dili Aşık Edebiyatı’na göre ağır, Divan Edb.’na göre sadedir.
10) Aşık, maşuk, şarap, saki gibi mazmunlara yer verilmiştir.
11) Yüzyıllara göre bu edebiyatın en önemli temsilcileri şunlardır:
12.yy.: Hoca Ahmet Yesevi
13.yy.:Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli
14.yy.:Kaygusuz Abdal
15.yy.: Hacı Bayram-ı Veli, Eşrefoğlu Rumi
16.yy.: Pir Sultan Abdal
17.yy.: Niyaz-ı Mısrî, Sinân-ı Ümmî, Hüdâi
18.yy.: Sezai
19.yy.: Kuddusi, Turâbi

GÜNÜMÜZ HALK EDEBİYATI GENEL ÖZELLİKLER
1-Türk edebiyatının başlangıcından 16. yüzyıla kadar ozan ve 16.yüzyıldan sonra da aşık adıyla tanınan halk şairleri, Halk edebiyatı geleneğini devam ettirdiler.
2-Aşık Veysel, Cumhuriyet dönemi halk şairlerinin en büyüklerindendir. Günümüzde bu geleneği sürdüren halk şairlerinin en tanınmışları ise, Şeref Taşlıova, Âşık Reyhanî ve Murat Çobanoğlu’dur.
3-Sosyal yapının hızla değiştiği ve kitle iletişim araçlarının geliştiği günümüzde aşıklar, yine de sözlü geleneği devam ettiren önemli bir kültür taşıyıcılarıdırlar.
4-Daha çok Doğu Anadolu’da yetişen aşıklar deyişlerini saz eşliğinde doğaçlama olarak söylerler.
5-Gezdikleri gördükleri yerlerde bölgenin ileri gelenleri tarafından ağırlanan aşıklar, aşık kahvelerinde, düğünlerde, odalarda sadece şiir söylemezler. Bildikleri ve kendilerinin tertip ettikleri hikâyeler de anlatırlar.
6-Aşıklar daha çok gurbet, ayrılık, ölüm, yiğitlik, güzellik, rüşvet, yolsuzluk, yoksulluk, cahillik gibi ferdi ve sosyal konularda düşüncelerini dile getirmişlerdir.

Halk Edebiyatı Nazım ŞEKİLLERİ:
Halk şiirinde “mâni” ve “koşma” tipi olarak iki ana biçim vardır. Aslında az sayıda olan öteki biçimler bu iki ana biçimden çıkmıştır.
Dizelerin kümelenişi, dizelerin hece sayısı ve uyak düzeni bakımından özellik gösterenler “biçim”, biçimi ne olursa olsun konu bakımından benzerlerinden ayrılanlar da tür adı altında toplanmıştır.
ANONİM HALK EDEBİYATI NAZIM ŞEKİLLERİ:
A. mani:
Çoğunlukla 7 heceli dört dizelik bir bendden meydana gelir. Ama dizeleri 4-5-8-10-14 heceli kalıplarla söylenmiş maniler de vardır.
Söyleyenleri belli değildir. Birinci, ikinci dördüncü dizeler birbirleriyle kafiyeli, üçüncü dize serbesttir. Yani kafiye dizilişi aaxa'dır. Aaaxa ve axaxa düzeninde maniler de var. İlk iki mısra doldurmadır, konuya giriş için söylenir. Burada somut nesneler, doğa ile ilgili görüntüler dile getirilir. Son iki mısrada ise asıl söylenmek istenen verilir. Rubainin etkisiyle oluştuğu sanılır. Maniler, düz mani ve ayaklı (cinaslı, kesik) mani olarak iki grupta incelenir. Cinaslı manilerde mısra sayısı dörtten fazla olabilir. Mani", Doğu Anadolu'da "bayatı", Urfa'da "hoyrat"... gibi adlar alır.

B. TÜRKÜ
Anonim Halk edebiyatı nazım şekli ve türüdür.
İlk kez kimin tarafından söylendiği bilinen türküler de vardır.
İsimleri bilinen saz şairlerinin söyledikleri de giderek halka mal olmuştur. Ancak türkülerin büyük çoğunluğu anonimdir.
Halkın duygularını, sevinçlerini ve acılarını ifade etmek için
söylenir. Daha çok aşk, doğa, güzellik, kahramanlık, toplumsal olaylar işlenir.
Türkülerin kalıplaşmış bir nazım şekli yoktur. İki bölümden oluşur.
Birinci bölüm asıl sözlerin bulunduğu bölümdür ki buna “bent” adı verilir. İkinci bölüm ise bentlerin sonunda yinelenen nakarattır. Bu bölüme “bağlama” ya da “kavuştak” denir. Her türküde kavuştak (nakarat) olmayabilir.
Çok çeşitli uyak düzeni kullanılır. 7’li, 8’li veya 11’li hece ölçüsüyle
söylenir.
Türküler besteleriyle söylenir. Bu nedenle bir türkünün ilk kez
söylenmesine “türkü yakmak” denir.
Özel durumlarda ya da ezginin, sözlerin çeşitlemesine göre ninni,
ağıt, deyiş, hava adları da kullanılmaktadır. Bir yörede yakılan türkü diğer bir yöreye şekli ve söyleniş biçimi değişerek geçebilir. Türküler ezgilerine, konularına ve yapılarına göre ayrılır. Ezgilerine Göre Türküler:
Uzun havalar (Divan, koşma, hoyrat), Oyun havaları , bozlak, kayabaşı, türkmani, ÇukurovaKonularına Göre Türküler: Ninniler ve çocuk türküleri, tabiat üzerine türküler, aşk, ayrılık, ölüm, düğün, kahramanlık, askerlik, tören, iş, eşkıya, acıklı olaylarla ilgili türküler, güldürücü türküler, karşılıklı söylenen türküler, oyun türküleri, ağıtlar. Yapılarına Göre Türküler: Asıl bölüm olan ana dizelerin dize sayısına göre üçleme, dörtleme, beşleme gibi adlar alır.
Aşık Edebiyatı Nazım Şekilleri:

A) Koşma: Âşık Edebiyatı’nın en sevilen ve en yaygın olarak kullanılan şiir biçimidir. Koşmalar genellikle lirik konularda söylenir.
Dörder mısralık bölümlerden oluşur. Dörtlük sayısı genelde üç ile beş arasında değişir. Altı dörtlükten oluşan koşmalar da vardır. 11’li hece ölçüsüyle (6+5 ya da 4+4+3 duraklı olarak) yazılır/söylenir. 4+3 ve 4+4 kalıbıyla söylenmiş koşmalar da vardır.
Sözlü Türk Edebiyatın’daki koşuk nazım şeklinin devamı niteliğindedir. Koşmalarda değişik kafiye örgüleri kullanılır. En yaygın kafiye örgüsü: abab cccb dddb cccb ... veya; aaab cccb dddb... veya; xaxa bbbc ccca ddda... şeklindedir. Son dörtlükte şairin adı veya mahlası geçer. Koşmalar konu yönünden Divan Edebiyatı’ndaki Gazel ve şarkı’ya benzer. Türk Edebiyatı’nın tanınmış koşma şairleri Karacoğlan, Bayburtlu Zihni, Aşık Ömer ve Erzurumlu Emrah’tır.
Genellikle saz eşliğinde, ezgiyle söylenen koşmalar, ezginin niteliğine göre “Acemi koşması, Ankara koşması, topal koşma, kesik kerem” gibi türlere ayrılır.
Aşk ve doğa konularının yanı sıra, ayrılık, özlem, yalnızlık, gurbet, sıla, ölüm gibi temaları işler.
Koşmalar konularına göre dört çeşittir:
a) Güzelleme: İnsan, hayvan ve tabiat güzelliklerinin anlatıldığı koşmalara denir. En ünlü şairi Karacaoğlan (17. yy) dır.
b) Koçaklama: Yiğitçe bir anlatımla söylenen, kahramanlık ve savaş konulu koşmalardır. Bu türün en başarılı sanatçıları Köroğlu (16. yy) ve Dadaloğlu (19.yy)'dur.
c) Taşlama: Toplumun ve insanların eksik yönlerinin ele alınarak, bunların eleştirildiği koşmalardır. Aynı konunun işlendiği şiirler Divan Edebiyatı’nda hiciv, Batı edebiyatında satir, çağdaş edebiyatta yergi olarak adlandırılır. Bu türün ünlü ozanı Seyrani (19. yy)'dir.
d) Ağıt: Ölüm ve doğal afetler üzerine özel bir ezgiyle söylenen koşmalardır. Ölüm konulu şiirlere Sözlü Türk Edebiyatı’nda Sagu, Divan Edebiyatı’nda Mersiye adı verilir.

B) Semai:
Semai, "işitilerek öğrenilen şiir" demektir.
Âşık edebiyatının kimi yönlerden koşmaya benzeyen bir nazım biçimidir. Semainin başlıca özellikleri şunlardır:
8'li hece ölçüsüyle söylenir. Koşma gibi 3-6 dörtlükten oluşur. Halk şiirinde aruzla söylenmiş semailer var­sa da bunlar Divan şiirine özenen kimi ozan­lar tarafından söylenmiştir.
Uyak düzeni koşmaya benzer. Koşmada işlenen temalar ve konular sema­ide de işlenir. Söyleyenleri bellidir.
Semainin de güzelleme, koçaklama, taşla­ma... gibi türleri vardır.
Genellikle aşk ve doğa konusu işlenir. Kafiye düzeni ve dörtlük sayısı bakımından Koşmaya benzer; fakat semailerde 8’li hece ölçüsü kullanılır. Ayrıca semailerin kendine özgü bir de ezgisi vardır. Karacoğlan’ın semaileri ünlüdür.

C) Varsağı:
Güneydoğu Anadolu'da yaşayan Varsak bo­yu ozanlarınca söylenen şiirlere varsağı denilmiş­tir.
Çok yaygın olmayan bir nazım biçimidir, ölçüsü ve uyak düzeni semai gibidir. (8'li öl­çü, abab / cccb / dddb...) özel bir ezgisi vardır.
Genellikle 3-5 dörtlükten oluşur. Dörtlük sayısı daha fazla da olabilir. Koşma ve semaide işlenen konu ve temalar varsağıda da işlenir. Müziğinde ve sözlerinde meydan okuyan, babacan, erkekçe, yiğitçe bir hava duyulur. Bu da dörtlüklerin içindeki “bre” “hey” “behey” gibi ünlemlerle sağlanır. Hayattan ve talihten şikayet üzerinde sık sık durulur. Bu türün en güzel örneklerini Karacaoğlan vermiştir.

D) Destan:
Âşık edebiyatındaki destanı, ulusların başın­dan geçen kahramanlık olaylarını anlatan destan (epope) ile karıştırmamalıdır. Âşık edebiyatındaki destanlar, toplumu yakından ilgilendiren savaş, ayaklanma, eşkıyalık, kıtlık, deprem, yangın gibi olaylar; toplumsal yergiler; cimrilik, dalkavukluk, mirasyedilik... gibi gülünç hayat olayları üzerinde durur.
Destanların diğer özellikleri şunlardır:
Duygusal öğelere hemen hiç yer verilmez.
11'li ya da 8'li hece kalıbıyla söylenir. Dörtlüklerle oluşur.
Uyak düzeni koşmaya benzer. Konusu ve uzunluğu bakımından koşmadan ayrılır.
Halk şiirinin en uzun nazım biçimidir. Kimi destanlarda dörtlük sayısı yüzden fazladır. Dörtlük sayısı konunun özelliğine bağlıdır.
Kendine özgü bir ezgisi vardır
Destanın son dörtlüğünde şair mahlasını söyler.
Konuları bakımından destanları savaş, yangın, deprem, salgın hastalık, ünlü kişilerin yaşamları, mizahi....gibi gruplandırabiliriz.
Seyranî ve Âşık Ömer bu alanda ünlüdür. Kayıkçı Kul Mustafa’nın Genç Osman Destanı ‘’en ünlüsüdür’’.

NOT: Halk şiirinde aruz ölçüsüyle düzenlenmiş şiirler de vardır. Bunlar Divan edebiyatının Halk ede­biyatına etkisiyle oluşmuştur. Halk edebiyatın­da özel bir adla anılan ve aruzla oluşturulan bu yoldaki nazım biçimleri şunlardır:
Divan (Divani), Selis, Semai, Kalenderi, Satranç, Vezn-i âhar
ÂŞIK EDEBİYATI NAZIM TÜRLERİ

Âşık edebiyatı nazım türleri genellikle koşma ve semâi biçimiyle yazılır.
1. Güzelleme
İnsan, tabiat, aşk, sevgi sevgilinin güzelliklerinden bahseden şiirlerdir. Koşma nazım şekliyle yazılır. Lirik şiirlerdir.
En önemli şairi Karacaoğlan’dır.
2. Koçaklama
Coşkun ve yiğitçe bir üslûpla yiğitlik, kahramanlık ve savaş konularını işler. Epik şiirlerdir. Koşma şeklinde söylenir.
Edebiyatımızda Köroğlu ve Dadaloğlu koçaklama şairi olarak tanınır.
3. Taşlama
Bir kimseyi veya toplumun bozuk yönlerini eleştirmek için yazılan şiirlerdir. Koşma nazım şekliyle yazılır.
Aşık Dertli, Bayburtlu Zihni, Ruhsati ve Develili Seyrani önemli taşlama şairleridir. Divan edebiyatındaki adı hicviye’dir.
4. Ağıt
Sevilen bir kişinin ölümünden duyulan üzüntüyü dile getirmek amacıyla ve koşma nazım şekliyle yazılan şiirlerdir.
İslamiyet öncesindeki adı sagu, Divan edebiyatındaki adı “mersiye”dir.
Anonim halk edebiyatında da ağıtlar olmakla birlikte ağıtlar âşık tarzı Türk edebiyatına aittir.
Doğal afetler, ölüm, hastalık vb. çaresizlikler karşısında korku, heyecan, üzüntü, isyan gibi duyguları ifade eden ezgili ürünlerdir.
Ağıt söyleme işine ağıt yakma, ağıt söyleyenlere ise ağıtçı denilmektedir.
Koşma nazım şekliyle söylendiğine göre dörtlüklerden oluşur.
Kafiye şeması koşmadaki gibidir.
(Anonim halk şiiri ürünü olan ağıtlar da vardır).
MUAMMA: Kapalı bir biçimde anlatılan bir olayın ya da bilginin okuyucu tarafından anlaşılmasını, bunlarla ilgili soruların cevaplandırılmasını isteyen bir tür manzum bilmecedir.
NASİHAT: Bir şey öğretmek, bir düşüncenin yayılmasına çalışmak gibi amaçlarla söylenen didaktik şiirlerdir.
TEKKE EDEBİYATI NAZIM TÜRLERİ
Tekke şiirinde görülen ve dinsel içerikli ko­nuları işleyen ilahi, nefes, deme, sathiye ... gibi ürünler nazım biçimi değil, birer nazım türüdür. Çünkü bunlar da koşma tipi nazım biçimiyle ve hece ölçüsünün genellikle 7, 8 ve 11'li kalıplanyla söylenir. Söz konusu türlerde dörtlük sayısı ge­nellikle 3-7 dir. İlahi, nefes ve demeler, bestelenerek söylenir.

a) İLAHİ
Herhangi bir tarikatın izini taşımaksızın Al­lah'ı öven şiirlere denir. Daima özel bir ezgi ile söylenir.
Divan şiirindeki tevhit ve münacaatın Halk edebiyatındaki karşılığıdır. En ünlü şairi Yunus Emre'dir.
Değişik tarikatlara göre “deme, nefes, âyin” gibi adlar alır. Şekil olarak Koşma biçimindedir. Yani dörtlüklerden oluşur. Son dörtlükte şairin adı veya mahlası geçer. Genelde 7’li hece ölçüsü kullanılır. Bazı ilahilerde aruz vezni kullanılmıştır. Aruz vezninin kullanıldığı ilahiler gazel şeklindedir.

Nefes
Bektaşî şairlerinin yazdıkları tasavvufî şiirlerdir.
Nefeslerde genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücut (varlığı birliği) kavramı anlatılır. Bunun yanı sıra Hz. Muhammet ve Hz: Ali için övgüler de söylenir.
Nefeslerde kalenderane ve alaycı bir üslûp göze çarpar.
Edebiyatımızda Pir Sultan Abdal nefesleriyle ünlüdür.

Deme
Alevi-Bektaşi tarikatından tasavvuf şiirlerinin tarikatlarını ve hareketleriyle ilgili temaları işleyen, sorunlarını konu edinen şiirlerine "deme" adı verilir. Genellikle 8’li hece ölçüsüyle yazılan demeler saz eşliğinde kendine özgü bir makamla söylenir.

Nutuk: Tekke Edebiyatı’nda Pirlerin ve mürşitlerin, tarikata yeni giren müridleri bilgilendirmek tarikat derecelerini ve tarikat adabını öğretmek amacıyla söylenen didaktik şiirlerdir.
Devriye: Evrendeki canlı can­sız her şey Allah'tan gelmiştir, yine Allah'a döne­cektir. Bu felsefeyi yansıtan şiirlere Tekke edebi­yatında devriye denilmiştir.
Şathiye: Dini ve tasavvufi halk şiirinde genel olarak mizahi manzumelere şathiye adı verilir. Tasavvufi konuları işleyenleri şathiyat-ı sûfiyâne adını alırlar. İnançlardan alaylı bir dille söz eder gibi yazılan şiirlerdir. Görünüşte saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği anlaşılır. Bu tür şiirlere genellikle Bektaşi şairlerinde rastlanır. Medrese hocalarına göre bu şathiyeler küfür sayılır. Bu türün en tanınmış şairi Kaygusuz Abdal’dır.
HALK ŞAİRLERİNİN GRUPLANDIRILMASI
1. GÖÇEBE(GEZGİN) ŞAİRLER
Bir yere bağlı kalmadan gezerler. Genellikle eğitim görmedikleri için, Divan Edebiyatı’ndan etkilenmezler. Dilleri sadedir. Hece ölçüsüne bağlıdırlar. Geleneksel şiir anlayışını sürdürürler.

2. YENİÇERİ ŞAİRLER
Osmanlılar zamanında askerlik, hayat boyu süren bir meslekti. Orduda görev arasında şairler yetişmiştir. Bunlar, katıldıkları savaşlarla ilgili yiğitlik şiirleriyle dikkati çekerler. Dil, anlatım, ölçü bakımından, göçebe şairler gibi geleneksel şiir anlayışına bağlıdırlar.
3. KÖYLÜ ŞAİRLER
Hayatları köylerde, kasabalarda geçer. Büyük kentlerle ilgileri olmadığı için, kent kültüründen, Divan Edebiyatı’ndan etkilenmeden, halk şiiri geleneklerine bağlı kalmışlardır.
4.KENTLİ ŞAİRLER
Genellikle Divan Edebiyatı’nın etkisinde kalırlar. Hem Halk, hem de Divan Edebiyatı tarzında şiirler söylerler. Dillerinde Arapça ve Farsça sözcüklerin oranı yüksektir. Hece ölçüsüyle birlikte aruza da yer verirler.
5. TASAVVUF (TEKKE ) ŞAİRLERİ
Tekkelerde yetiştikleri, din ve tasavvuf konusunda eğitim gördükleri için, dilleri, göçebe, yeniçeri ve köylü şairlere göre bazen daha ağırdır. Zaman zaman Divan Edebiyatı’nın dil, anlatım, biçim, ölçü özelliklerini taşıyan şiirler söylerler. Örneğin Yunus Emre bile, aruz ölçüsü ve mesnevi düzeniyle Risaletü’n-Nushiyye adlı bir eser vermiştir.
BAŞLICA HALK ŞAİRLERİ
YUNUS EMRE (1250-1320)
XIII. Yüzyıl halk şairidir. Hayatı hakkında kesin ve yeterli bilgi yoktur. Eskişehir’de doğup öldüğü söylenir. Hayatı efsanelerle örülmüştür.
Tasavvuf felsefesi, XII. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya yayılmaya başlamış; Mevlana, Sultan Velet, Ahmet Fakih gibi şairlerle edebiyata girmiştir. Varlık- yokluk, İnsan-tanrı-ölüm ilişkilerini güçlü bir kültür donanımı ve büyük şiir yeteneğiyle irdeleyerek halka ulaştırabilmiştir.
Tüm halk şairlerini yüzyıllar boyunca etkilemiştir. İlahi türünün en usta şairidir.
İlahi türü şiirlerinde Halk Edebiyatı’nın geleneklerine bağlı kalmıştır. Bunlarda dil sade, anlatım yalın, ölçü hecedir. Risaletü’n-Nushiyye adlı dini didaktik eserinde ise, bu gelenekten ayrılarak aruz ölçüsünü, mesnevi nazım biçimini kullanmıştır.
Allah inancını ve insan sevgisini işler. Şiirlerinde coşkun bir lirizm vardır. Tekke edebiyatının en lirik şairidir. Şiirlerinde hem aruz hem de hece vezni kullanılmıştır. İşlediği konular yönüyle evrenseldir.
Eserleri: Türkçe divan sahibi ilk şairdir. Ayrıca Risaletü’n-Nushiyye adlı öğretici bir mesnevisi vardır.

HACI BAYRAM VELİ (1352-1429)
Tasavvuf şairidir, güçlü bir medrese eğitimi almıştır. Bayramiyye tarikatını kurmuştur. Yunus Emre etkisinde sade bir dil ve lirik bir anlatımla dile getirdiği şiirlerinden yalnızca birkaç tanesi bilinmektedir.

KAYGUSUZ ABDAL ( ?- ? )
15. yy tasavvuf şairlerindendir. Yunus Emre’den etkilenmiştir. Alevi-Bektaşi halk şiirinin kurucusudur. Nefeslerine hiciv-mizah motifli tekerlemeler katarak insanlık kusurlarıyla alay etmiş, Bektaşiliğin ilkelerini nükteli bir dille yaymıştır. Hem heceyle hem de aruzla yazılmış şiirleri vardır. Budala-name adlı eserinde 15. yy. halk nesrinin sade örnekleri vardır.

EŞREFOĞLU RUMİ (? – 1409)
Eşrefoğlu Rumi, İznik medreselerinde öğrenim görmüş, öğrenimini bitirdikten sonra da yine İznik'te Çelebi Mehmet medresesinde müderris adayı olmuştur. 15. yy. tasavvuf şairlerinden olan sanatçı, Hacı Bayram Veli’ye damat ve derviş olmuştur. Yunus Emre’nin izinden yürümüş hem aruz hem de heceyle şiirler yazmıştır. Bir divanda topladığı şiirlerinde tasavvuf ilkelerini yaymaya çalışmıştır.

PİR SULTAN ABDAL ( ?- ? )
XVI. yüzyıl tekke ve aşık edebiyatının ünlü şairlerindendir. Sivas’ta yaşamıştır. Alevi-Bektaşi şiir geleneğinin en ünlü şairidir. Kanuni zamanında Doğu Anadolu’da patlak veren bir isyana katılmış, yaşadığı olayların izlenimlerini şiirlerinde anlatmış, İran şahının propagandasını yaptığı için Hızır Paşa tarafından Sivas’ta idam ettirilmiştir. Sanatının belirleyici özellikleri, güçlü bir inanç, sade bir halk dili, coşkun bir lirizm olarak özetlenebilir. Tasavvuf, tabiat, aşk ve halkın gerçek yaşayışıyla ilgili konular işler. Bütün şiirlerini hece ölçüsüyle söylemiş Divan edebiyatında etkilenmemiştir. Şiirini bir araç olarak kullanmasına rağmen kuru bir öğreticiliğe düşmemiş, şiirini duygu yönünden de beslemiştir.
KÖROĞLU ( ?- ? )
XVI. yüzyılda yaşadığı sanılan bir halk şairidir. III. Murat zamanındaki Osmanlı-İran savaşlarına katılan şair, Şirvan ve Tebriz’in alınışı üzerine destan söylemiştir. Öteki şiirlerinde yiğitlik, kahramanlık konularını işlemiş olduğundan, halk öyküsündeki Köroğlu ile karıştırılabilmektedir.
En çok koçaklamalarıyla tanınan şair, kavganın ve yiğitliğin simgesi olmuştur.
Aşk, tabiat, yiğitlik, arkadaşlık gibi konuları işlemiştir.
Bolu Beyi’yle olan mücadelesi efsaneleşen şair, halkın gönlünde yerini almıştır.
KARACAOĞLAN (1606? -1697)
Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmeyen Karacaoğlan’ın Toroslar’da yaşayan, Türkmen boyları arasında yetiştiği sanılıyor. Göçebe bir şair olarak Anadolu içinde ve dışında gezmiştir. Geleneksel şiirin dil, anlatım, ölçü anlayışından ayrılmadan aşk, doğa, ölüm, ayrılık gibi temaları işlemiştir; özellikle koşma ve semai biçimlerinde büyük başarı kazanmıştır. Bütün aşık edebiyatı şairlerini etkilemiştir.
Aşk ve tabiat şairidir. Dili sadedir arı ve duru bir Türkçedir. Şiirlerinde tasavvufa ve dini konulara yer vermemiştir. Divan ve Tekke şiirinden hiç etkilenmemiştir. Şiirlerini hece ölçüsü ile yazmıştır. Âşık edebiyatının duygu yönünden en zengin ve güçlü şairidir. Koşma, semai, ara sıra da destan söylemiştir.

KAYIKÇI KUL MUSTAFA (? – 1658)
17. yy. halk şairidir. Devrin önemli şairlerinden biridir ancak hayatı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Yeniçeri şairidir. Şiirleri yeniçeriler arasında, sınır boylarında sevilerek okunmuştur. Şiirlerinde tarihsel olayları işlemiştir. Genç Osman için söylediği destan ünlüdür. Şiirlerinde sade bir dil kullanmıştır. Akıcı bir üslubu vardır.

AŞIK ÖMER (? – 1707)
Konya doğumludur. Saz şairleri arasında en çok şiirleri olan odur. Halk şairleri yanında Divan şairlerinden de etkilenmiş, aruzla da şiirler yazmıştır. Tevhid, naat, gazel, kaside ve murabbaları vardır. Koşma, semai, varsağı… türlerinde daha başarılı olmuştur. Dili diğer halk şairlerinden biraz ağırdır.

GEVHERİ (? – 1737?)
Aşık Ömer gibi Divan edebiyatından etkilenmiş, hecenin yanında aruzla da şiirler yazmıştır. Heceyle yazdığı şiirlerde daha başarılıdır. Medrese eğitimi gördüğü için koşma ve türkülerinde bile yer yer yabancı sözcükler, Divan mazmunları görülür.

DERTLİ (1772 -1845)
Toplumsal yergi içerikli şiirleriyle tanınan Bolu’lu bir halk ozanıdır. Halk şiirinin son ustalarından sayılır. Divan, Tekke ve Halk şiirini iyi bilen şair, Divan şiiri yolunda eserler de vermiş fakat asıl başarıyı heceyle yazdığı şiirlerinde göstermiştir.
ERZURUMLU EMRAH ( ? – 1860)

Zamanın ünlü şairlerindendir. Saz şairleri arasında Divan şiirini en iyi bilenlerden biridir. Heceyle yazdığı koşma ve semaileri yanında aruzla yazılmış gazel, murabba ve muhammesleri de vardır. Asıl sanatı hece ölçüsü ile yazdığı koşma ve semailerinde görülür.

SEYRANİ (1807 -1866)
Kayseri’nin Develi kasabasında doğmuştur.
İstanbul a gelmiş ancak devrin büyüklerini hicvettiği için, memleketine dönmek zorunda kalmıştır
Hicivleriyle tanınır. Aruzlar da yazmakla birlikte asıl şöhretini hece ölçüsüyle bulmuştur.

DADALOĞLU (1785? -1868?)
XIX. yüzyılda, Çukurova yöresinde yetişen halk şairlerindendir. Türkmen boylarının yerleşik hayata geçirilmesi için 1865’te yöreye yollanan Fırka-i İslahiye adlı Osmanlı ordusuyla Türkmenler arasındaki çatışmalara katılmış, bu olayları yiğitçe bir eda ile koçaklamalarına yansıtmıştır. Türkmenleri destekleyen, mücadeleye çağıran şiirler yazmıştır. “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” dizesi onun karakterini açıklar. Ayrıca aşk ve doğadan söz eden şiirleri de başarılıdır. Şiirlerini temiz bir halk diliyle ve hece ölçüsü ile yazmıştır. İçinde bulunduğu tarih ve toplum olaylarını şiirlerine yansıtmıştır. Şehir yaşamından uzak kaldığı için Divan edebiyatından etkilenmemiştir. Koşma, semai, destan, varsağı türünde şiirler söyleyen Dadaloğlu türkülerinde daha başarılıdır. Anlatım yönünden Karacaoğlan ve Köroğlu’nu anımsatır.

BAYBURTLU ZİHNİ (1802 -1859)
Medrese öğrenimi görmüş, divan katipliği yapmış, birçok memurluklarda bulunmuştur. Divan edebiyatından etkilenerek kaside, gazel ve tahmisler yazmıştır. Şiirlerini topladığı bir Divan’ı ve Sergüzeşt-name adlı bir mesnevisi vardır. Asıl ününü heceyle yazdığı, Divan’ına bile almadığı yergi ve taşlama türündeki aşık tarzındaki şiirleriyle kazanmıştır.
AŞIK VEYSEL (1894 -1973)
20. yüzyıl halk şairidir. Şarkışla’da doğup büyümüş, Cumhuriyetin onuncu yılında Ankara’ya gelerek şiirlerini okumuş, bundan sonra ünü yayılmaya başlamıştır.
Çocukluğunda geçirdiği çiçek hastalığıyla gözünü kaybeden şair; genellikle gezgin bir hayat sürmüş; kent kent dolaşarak aşktan, doğadan, kardeşlikten, birlikten, barış içinde yaşamaktan ve insanı insan yapan erdemlerden bahseden şiirlerini saz eşliğinde söylemiş; bu içeriğin halka yakın düşmesi, ona kitlesel bir sevginin doğmasına yol açmıştır.
Şiirlerinde insan, yurt, tabiat sevgisini dile getirmiştir. Tasavvuf felsefesinin kazandırdığı hoşgörü anlayışı, şiirinin temellerinden biridir. Şiirlerinde sade bir Türkçe görülür. Kimilerince Halk şiirinin son büyük ustası olarak nitelenmiştir.
Şiirlerini Deyişler, Sazımdan Sesler adlı iki kitapta toplamıştır. Son olarak tüm şiirlerini, Ümit Yaşar Oğuzcan tarafından Dostlar Beni Hatırlasın adıyla yayımlanmıştır. Ahmet Kudsi Tecer tarafından edebiyatımıza kazandırılmıştır.