Türkiye'de Batılılaşma Hareketinin Başlaması
13. yüzyılın sonlarında 14. yüzyılın başlarında kurulan Osmanlı Devleti kısa sürede hızla büyüyerek dünyanın en güçlü devletlerinden biri oldu. Ancak bu gücünü uzun süre koruyamadı. Önce duraklama daha sonra gerileme ve nihayet parçalanma sürecine girdi.
17. yüzyılın sonlarında toprak kaybetmeye başlayınca geri kaldığının ayırdına varan kimi devlet yöneticileri yeniden eski güce özlem duymaya başladı. Bunun için de bazı kurumlarda reform yapmak istediler. Böylece ülkede batılılaşma isteği filizlenmeye başladı. Bu ünitede İmparatorluktan Cumhuriyete uzanan çizgideki batılılaşma hareketlerini inceleyeceğiz.
2. Tanzimat Öncesi Batılılaşma Hareketleri
Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyıla dek dünyanın büyük devletlerinden biriydi. Ancak bu yüzyılın sonlarında ülke küçülmeye başladı. Karlofça antlaşmasıyla başlayan toprak kaybı, devlet adamlarını derin derin düşünmeye yöneltti. Toprak kayıplarının, nedeni ordunun savaş alanlarında yenilmesiydi. Bu tespit, olgunun bir
yüzünü, askerî yönünü dışa vuruyordu. Oysa sadece askeri örgütler değil devletin çeşitli kurumları çağın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaklaşmıştı. Ancak bunu görmek isteyenlerin sayısı son derece azdı. O nedenle Osmanlı İmparatorluğunda ki çağdaşlaşma hareketi askerî alanda başlatıldı. Amaç imparatorluğu eski gücüne kavuşturmaktı. Tanzimat devrine gelinceye kadar ülkede bazı yenilik hareketlerine girişildi. Ancak bunlar plânlı programlı çalışmalar olmadığı için, sadece yeniliği başlatan devlet adamının yaşamıyla özdeşleşti. Yenilikçi kişinin ölümü ile yenilikler de ortada kaldı.
2.1. Askerî Alanda Yapılan Yenilikler
Gerilemeden kurtulmak için yapılan yenilikler önce askerî alanda görülür. Bu yolda ilk çabalar Hendesehane (1731)yi açan I. Mahmut’a dek gider. Hendesehane'de orduya fen öğrenimi yapmış elemanlar yetiştirilmeye başlanırsa da Bu kurum, yeniçerilerin muhalefeti yüzünden çok geçmeden kapanır. Daha sonra Padişah III. Mustafa, Osmanlı donanmasının Ruslarca yakılması üzerine denizcilikte yenilik yapmanın gerekliliğini anlar. Bu amaçla 1773’te Fransızların yardımıyla Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’un kurulmasını sağlar.
Çağdaş bilgilerle donatılmış Mühendishane-i Bahr-i Hümayun, kütüphanesiyle, araç gereciyle, eğitim kadrosuyla Türkiye’de kurulmuş batı tarzındaki ilkokul özelliğini kazanır.
III. Selim padişah olunca, devletin yaşaması için kalıcı yeniliklerin yapılmasını kararlaştırdı. Bu amaçla görevde olanlardan, daha önce devletin çeşitli kademelerinde bulunanlardan birer rapor istedi. Elde edilen raporları oluşturduğu bir danışma meclisinde tartıştı. Sonunda Yeniçeri Ocağının yanında Nizam-ı Cedit adıyla yeni bir askeri gücün oluşturulmasına karar verdi. Böylece modern bir ordunun temelleri
atıldı. Ardından bu orduya hizmet verecek elemanları yetiştirmek için Mühendishane-i Berr-i Hümayun açıldı (1795). Daha sonra da hem donanma, hem bütün ülke için hekim yetiştirmek üzere Tıphane kuruldu (1806). III. Selimi'n çalışmaları, yeniliklere açık olmayan bozuk düzenden yarar sağlayan unsurların tepkisine yol açtı.Bunlar isyan ederek III. Selimi öldürdüler; yenilikleri durdurmaya çalıştılar. Ancak, Alemdar Mustafa Paşa'nın ordusuyla İstanbul’a gelerek olayları yatıştırması II. Mahmut’u tahta geçirerek kendisinin de sadrazamlık görevini üslenmesi yeniliklerin devam ettirilmesine olanak sağladı. II. Mahmut, yıllardan beri ülkede yapılacak yeniliklere ayakbağı olan Yeniçeri Ocağını 1826’da, yeniçerilerin ayaklanmasını bahane ederek kaldırdı. Onun yerine çağdaş
ölçülere uygun Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir ordu kurdu.
2.2. Yönetim Alanında Yapılan Yenilikler
İlk kez III. Selim döneminde Paris, Berlin, Viyana gibi Avrupa başkentlerinde elçilikler açıldı (1793).
Osmanlı İmparatorluğunun Batı ülkelerinde elçilikleri yoktu. Bu nedenle batılı devletlerdeki gelişmelerden, onların Osmanlı İmparatorluğuna yönelik amaçlarından doğru bilgi almakta zorlanıyordu. Bu nedenle III. Selim belli başlı bazı Batılı devletlerin başkentlerinde elçilikler açmayı kararlaştırdı. II. Mahmut bunu daha da geliştirdi.
Böylece Batılı devletlerden aracısız somut bilgiler alınmaya başlandı. Buralara giden elçiler ve onların yanında bulunanlar yabancı dil öğrendiler. Avrupa başkentlerine gönderilen elçiler, elçilik görevlerinin dışında yeniliklere de
katkıda bulundular. Devlet bürokrasisini düzene sokmak isteyen II. Mahmut, Fransa'yı örnek alarak hükümet
sistemi oluşturdu. Hariciye, Dahiliye başta olmak üzere çeşitli nazırlıklar kurdurdu.
Şeyhülislamlık makamını Fetvahane adıyla devlet dairesi konumuna getirdi. Ayrıca Dâr-ı Şûra-yı Askerî, Dâr-ı Şûra-yı Bab-ı Ali ve Meclis-i Vâlâ adlı meclisler oluşturdu. Daha sonra kamu hizmeti görenlerle ilgili yasalar çıkarıldı: Tarik-i İlmiyeye Dair Ceza Kanunname-i Hümayunu, Memurîne Mahsus Ceza Kanunu
(1838). Böylece hukuk devletine gidiş için adımlar atılmaya başlandı.
2.3. Toplumsal Alanda Yapılan Yenilikler
Yenilikler toplumsal alanda da kendini gösterdi.
Bu dönemdeki yeni işlerden biri, 1831’de Türkiye’de ilk kez nüfus sayımının yapılmasıdır.
Ancak askerlik yükümlülüğü olmadığı için kadınlar sayılmamıştır. 1834’te posta sistemi kurulmuştur. Toplumsal alandaki yenilikler yaşam tarzında ve kıyafette de kendini gösterdi.
Yeni ordunun ceket ve pantolondan oluşan bir üniforma giymesi bu dönemde
kararlaştırıldı.
Sonra buna fes eklendi. Daha sonra bir yönetmelik çıkarılarak, sivil kesim de yeni kıyafete yöneltildi. Ulema
dışındaki memurlar için fes zorunlu tutuldu. Yalnızca ulemanın cübbe ve sarık kullanmasına izin verilirken, bunun dışındakiler için redingot, pelerin, pantolon, siyah derili potin kullanılması uygun görüldü. Önce Sultan II. Mahmut ve saray çevresi bu giysileri giydi. Sonra memurlar da böyle giyinmeye başladılar. Öte yandan divan ve yastıkların yanında Avrupaî tarzda masalar, sandalyeler ve koltuklar kullanılmaya başlandı. Artık sarayda yabancı diplomatlar Avrupa protokolüne göre kabul ediliyordu. Padişah yeniliklere öncülük ediyor opera ve balelere gidiyor, yabancı elçiliklerde verilen resepsiyonlara katılıyor sakalını keserek yurt içinde gezilere çıkıyordu.
2.4. Kültürel Alanda Yapılan Yenilikler
Bu dönemde yapılan kültür alanındaki yeniliklerin başında matbaanın kurulmasını saymak gerekir. Çünkü yazılı kültürün gelişmesi, paylaşılması ve üretilmesi buna bağlıdır. İmparatorluk içinde Paris Elçiliğinde görevli Mehmet Sait Efendi ile İbrahim Müteferrika’nın ortak çabasıyla 1727’de ilk kez Türkçe basım yapan bir matbaa kurulmuştur.
Matbaanın çağdaşlaşmadaki yerini arkadaşlarınızla tartışınız.
Bu dönemde pek çok yeni okul açıldığını görüyoruz. Yukarıda andığımız askerî okullardan başka da askerî ve sivil okullar açıldı. II. Mahmut döneminde orduya hekim yetiştirmek üzere Askerî Mekteb-i Tıbbiye açıldı (1827). Sonra, bando için müzik elemanı yetiştirmek üzere Mızıka-i Hümayun (1831), ordunun subay kadrosunu hazırlamak için Mekteb-i Harbiye (1834) gibi yüksek okullar kuruldu. Bu okullarda yabancı dile büyük önem veriliyordu. Kimilerinde derslerin bir bölümü Türkçe, bir bölümü Fransızca idi. Zaten 1821’de kurulan Tercüme Bürosu da âdeta bir yabancı dil okuluydu. Öte yandan yurt dışına daha çok Fransa’ya öğrenci gönderiliyordu. Böylece aydınlar arasında Fransızca hızla yayılıyordu. Elçilik heyetlerinden birçok kişi de dil öğrenerek ülkeye dönüyordu. Böylece gerek yeni okullar, gerekse elçiliklerde çalışanlardan dil öğrenenler sayesinde Batı kültürü de yavaş yavaş Osmanlı İmparatorluğuna girmeye başladı.
1824’te eğitimle ilgili önemli bir yenilik yapıldı: İstanbul içinde ilköğretime zorunluluk
getirildi.
1838’de ilk ortaöğretim kurumu olan rüştiyelerin açılması kararlaştırıldı. Ancak uygulama 1847’de gerçekleştirilebildi. Yalnız, Mekteb-i Maarif-i Adliye, Mekteb-i Ulûm-u Edebiye adlarıyla açılan iki orta dereceli okul ile bu eğitim için hazırlığa başlandı (1838-1839). Medrese dışındaki eğitim Nafia Nezaretine bağlandı. Devlet, gereken elemanları medrese dışında kendi kurduğu okullarda yetiştirmeye başladı.
Türkiye’de gazetecilik 1831’de çıkarılan Takvim-i Vekayi ile başlamıştır.
II. Mahmut döneminde kültürel alanda yapılan yeniliklerden biri de Takvim-i Vekayi adıyla resmî nitelikte bir gazetenin çıkarılmasıydı. İzmir’de ve İstanbul’da Fransızca, hatta Mısır’da Arapça gazeteler çıkarılıyordu. Mahmut’un bunlardan örnek alarak resmî nitelikte de olsa böyle bir adımı atması isabetli olmuştur. Her ne kadar
sözkonusu gazete devletin resmi işlerine ağırlık vermiş ise de zaman zaman Avrupa devletlerindeki gelişmelerden, teknolojik yeniliklerden söz etmiş ve bazı çağdaş kavramları Osmanlı aydınına tanıtmıştır.
3. Tanzimat Döneminde Batılılaşma Hareketleri
Paris ve Londra elçiliklerinde bulunmuş olan Hariciye Hazırı Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı İmparatorluğunda Tanzimat Dönemi olarak tarihe geçecek bir olayı başlatmıştır. 3 Kasım 1839’da Gülhane Hatt-ı Hümayunu adı verilen bir belgeyi devlet ileri gelenlerinin, yabancı elçilerin, halkın önünde okumuştur. Daha önce başladığını gördüğümüz yenilik hareketlerinin bu fermanla genişletilerek sürdürüleceğini açıklamıştır.
“Tanzimat “, düzenlemeler demektir. Her alanda düzenlemeler yapılacağının
duyurulduğu bu fermanı Tanzimat Fermanı; bu fermanın ilânıyla başlayan döneme
de Tanzimat Dönemi denir.
Fermanın en dikkat çekici yanı , Osmanlı Devleti’nin, batılı devletlerin anayasalarında yer alan insanın temel hak ve özgürlüklerinin korunması ilkesini kabul etmesi ve bunu resmî bir törenle duyurmasıdır. Böylece İmparatorlukta Hukuk devletine doğru bir yöneliş de başlamıştır. Tanzimatla gelen yenilik ve düzenlemeler, hemen hemen yaşamın her alanını kapsamıştır.
Tanzimat döneminde yapılan yenilikler nelerdir?
3.1. Yönetim Alanında Yapılan Yenilikler
Tanzimat Fermanında, batılı anlamda bir düzene duyulan gereksinim açıkça belirtilmişti. Önce yönetim merkezi olarak Babıâli güçlendirildi. II. Mahmut zamanında kurulmuş olan Meclis-i Ahkâm-ı Adliye yeniden düzenlendi. Yeni meclislerin kurulması kararlaştırıldı. Ceza ve ticaretle ilgili yasalar çıktı (1840’ta Ceza Kanunnamesi, 1850’de Ticaret Kanunnamesi). Osmanlı yurttaşı olan herkesin yasa önünde eşit olduğu vurgulanıyordu. Ayrıca üyeleri arasına yabancıların da katıldığı karma ticaret mahkemeleri kuruldu. 1864’te Vilayet Nizamnamesi çıkarıldı. Ülke vilayetlere, vilayetler sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar da karyelere (köylere) ayrıldı. Vilayetlerin başına valiler, sancakların başına mutasarrıflar, kazaların başına da kaymakamlar getirildi. Ayrıca kazalarda, sancaklarda ve vilayetlerde birer idare meclisi kuruldu.
3.2. Ekonomik Alanda Yapılan Yenilikler
Osmanlı yöneticileri devletin düzlüğe çıkabilmesi için ekonomik kaynakların verimli hâle getirilmesini istiyorlardı. Bu nedenle de vergi düzenini çağdaşlaştırmaya karar verdiler. Çünkü hem yeterince vergi toplanamıyor, hem de vergi toplayıcıların baskısı yüzenden devletle halk karşı karşıya geliyordu. Bunu önleyebilmek için merkezden sancaklara "muhasıl" adıyla birer memur atandı. Bu memurun başkanlığında Muhasıllık Meclisi adı verilen bir meclis kuruldu. Fakat beklenen vergi toplanamadı. Vergi sistemi büyük ölçüde değiştirildi.
1841’de ilk kağıt para çıkarıldı. Hazine bonosu biçimindeki bu paranın adı "kaime" idi.
Fakat beklenen sonuç alınamayınca, 1844’te kaldırıldı. Bankalar kurulmaya başlandı. İlk kurulan banka olan İstanbul Bankası çok geçmeden kapandı. Menafi Sandığı adıyla kurulan kurum ise Ziraat Bankasına dönüştürüldü. Ülke ekonomisinin kötüye gitmesi üzerine İngiliz ve Fransız firmalarından borç para alındı.
Böylece ilk borç para Tanzimat döneminde alındı.
Fakat faizleriyle birlikte büyük bir sorun olan bu borç, sonunda devleti iflâsa sürükledi ve 1881’de Düyun-ı Umumiye’nin kurulmasına yol açtı.
3.3. Askeri Alanda Yapılan Yenilikler
Ordu, başlarında müşirlerin bulunduğu beş ordu biçiminde düzenlendi. Adı Asakir-i Nizamiye-i Şahane çevrildi. Askerlik süresi beş yıl olarak belirlendi. Askere alma işi kuraya bağlandı.
3.4. Toplumsal Alanda Yapılan Yenilikler
Toplumsal alanda ilk dikkati çeken, yenilikler haberleşme ve ulaşımdaki gelişmelerdir. Bu dönemde yeni posta istasyonları kurulmuş, postanın sağlıklı yürümesi için yeni yollar yapılmış, telgraf idaresi kurulmuş. Deniz ulaşımında gelişmeler olmuştur. Demiryolları da ilk kez bu dönemde yapılmaya başlamıştır. Kentlerde belediyeler kurulmuştur.
3.5. Kültürel Alanda Yapılan Yenilikler
Kültürel yenilikler edebiyat, eğitim ve gazetecilik olmak üzere üç alana yayılmıştır. Edebiyattaki yenilikleri sonraki ünitede göreceğimiz için, burada onlara yer vermeyeceğiz. Eğitim ve gazetecilikte görülen başlıca yenilikleri şöyle özetleyebiliriz:
3.5.1. Eğitim
1846’da Meclis-i Maarif-i Umumiye kuruldu. Bu kurum daha sonra nazırlığa dönüştürüldü (1846). Bu, Türkiye’de ilk eğitim bakanlığı demektir. Rüştiyelerin sayısı artırıldı. Daha önemlisi ilk kız rüştiyesi İstanbul’da kuruldu (1858). Rüştiyenin üzerinde öğretim yapan idadîlerin ilki ise 1873’te kuruldu. Öte yandan Robert Koleji, Galatasaray Sultanîsi ve Darüşşafaka adlarında üç özel okul açıldı.
Tanzimat döneminde eğitim konusunda görülen önemli atılımlardan biri de öğretmen
yetiştirmek için okullar açılmasıdır. Darülmuallimîn-i Sıbyan, sıbyan adı verilen okullara, Darülmuallimîn-i İdadî de idadîlere öğretmen yetiştirmek için kurulan okullardır (1868). Darülmuallimat ise kız çocuklara bayan öğretmen yetiştirmek için açıldı (1870). Mesleğe yönelik eğitimde de ilerleme kaydedildi. 1859’da, sonradan Siyasal Bilgiler Fakültesine dönüşecek olan Mekteb-i Mülkiye kuruldu. 1875’te askerî rüştiyeler öğretime başladı. Daha sonra başka meslek okullarının açılması sürdü.
Yükseköğretimin ne durumda olduğunu biliyor musunuz?
1846’daki ilk denemeden sonra 1870’te Darülfünun (üniversite) kurulmuştur. Ancak kimi medresecilerin iftiraları üzerine ertesi yıl kapatılır. 1876’da yeniden aynı adla açılır. 1851’de üniversitede okunacak kitapların hazırlanması için kurulan Encümen-i Daniş ise bilim akademisi niteliğinde önemli bir kurumdur. Ayrıca bu dönemde azınlık ve yabancı okulları da eğitim dünyasında yerini almıştır.
3.5.2. Gazetecilik
Türkiye’de yayımlanan ilk Türkçe gazetenin 1831’de çıkan resmî gazete Takvimi Vekayi olduğunu yukarıda görmüştük. Tanzimat döneminde çıkan ilk gazete ise alım-satım, kira ilânları, yangınlar, hırsızlık olayları gibi haberlerin yer aldığı yarı resmî Ceride-i Havadis’tir (1840). Bu resmî, yarı resmî gazetelerde zaman zaman
yabancı dilde yayımlanan gazetelerden yapılan çeviriler yayımlanır; böylece batıdan haberler, bilgiler verilirdi. Ceride-i Havadis’i bir meslek gazetesi olan Vekayi-i Tıbbiye izledi.
Türkçe özel gazeteler ne zaman çıkmaya başlamıştır?
Türkçe özel gazeteler 1860’tan sonra çıkmaya başlamıştır. İlki, Agâh Efendi ile Şinasi’nin çıkardıkları Tercüman-ı Ahvâl’dir (1860). İlk edebî tefrika da burada yayımlanır. Bu, Şinasi’nin Şair Evlenmesi adlı oyunudur. Gerçekte, o dönemde hemen bütün yazarlar, ilk edebî yazılarını gazetelerde yayımlamışlardır. Bu nedenle Tanzimat döneminde gazetecilik, edebî açıdan çok büyük önem taşır. Tanzimat edebiyatının yazarları, edebî eserlerinin çoğunu gazetelerde yayımlamakla kalmamış; kendileri de gazete çıkarmışlardır. Örneğin ikinci özel gazete olan Tasvir-i Efkârı Şinasi kurar (1862). Sonra Şinasi’nin Paris’e kaçması üzerine, gazete Namık Kemal’e kalır. Abdülaziz’in baskıcı yönetiminde birçoğu yurtdışına kaçan yazarlar, gittikleri yerlerde de gazete çıkarırlar. Ziya Paşa ile Namık Kemal 1868’de Londra’da Hürriyet adında bir gazete kurarlar. Bu gazeteyi Ziya Paşa Cenevre’de de çıkarır. Namık Kemal Avrupa’dan dönünce İbret adlı gazeteyi çıkarmaya başlar. En önemli siyasal ve düşünsel yazılarını da burada yayımlar. Kültürel gelişimin önemli ögelerinden biri olan dergicilik de bu dönemde ortaya çıkmıştır. İlk dergi Münif Paşa tarafından çıkarılan Mecmua-i Fünun'dur. Onu resimli olarak çıkarılan Mirat izlemiştir. Bu dönemde vilayetlerde birer matbaanın kurulması ve gazete çıkarılması, vilayet
yıllıklarının hazırlanması kültürün gelişimine önemli katkılar sağlamıştır.
4. Birinci ve İkinci Meşrutiyet Döneminde
Batılılaşma Hareketleri
Mutlak monarşi kimlerin çabasıyla yıkıldı?
Mutlak monarşik temeller üzerine kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğunda 19. yüz yılın ikinci yarısında bir grup genç yeni bir arayışa girdi. Öncülüğünü Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa, Mithat Paşa gibi aydınlar ülkenin düzlüğe çıkıp eski gücüne ulaşabilmesi için mutlak yönetimden vazgeçip meşruti sisteme geçilmesini
düşünüyorlardı. Bunu düşüncede bırakmayıp, Genç Osmanlılar adıyla gizli bir örgüt kurarak gerçekleştirme yollarını arıyorlardı. Ülke meşrutî sisteme geçecek olursa anayasalı ve halkın temsilcilerinden oluşan parlamentolu bir sistem egemen olacaktı. Adı geçen kişilerin özverili çalışmaları ve bazı asker ve sivil bürokratların desteklemesiyle meşrutî sisteme karşı olan Abdülaziz tahtan indirilerek, yerine V. Murat geçirildi. Ancak sağlığının giderek bozulması üzerine II. Abdülhamit tahta çıkarıldı. Başlangıçtaki iyi ilişkiler zamanla bozuldu. Abdulhamit tahta otururken Anayasayı ilân edeceğine dair söz vermesine karşılık, bu sözünü yerine getirmekten kaçınıyordu. Bu da gençlerle ilişkisini bozuyordu. Nitekim asker ve sivil güçlerin baskısıyla 1876’da Anayasayı ilan etti. 1877 Martında da Parlamentoyu açarak meşrutî sistemin çarklarını işletmeye başladı. Ne yazık ki parlamentonun ömrü kısa sürdü. Osmanlı - Rus savaşını bahane eden Abdülhamit Parlamentoyu tatil etti, Anayasayı uygulamaktan vazgeçti. Bu durum ülkede yeni bir özgürlük mücadelesinin doğmasına yol açtı.
İkinci kez meşrutiyetin ilanını sağlayan güçler kimlerdi?
1889’da İttihat ve Terakki Cemiyeti kurularak, Abdülhamit istibdadını yıkıp, yerine meşrutî sistemi geçirme amaçlandı. Nitekim 23 Temmuz 1908’de Anayasa’nın yürürlüğe girmesi sağlanarak ülke yeniden meşrutî sisteme kavuşturulacaktır. 1876’dan başlayarak 1908’e kadar ülkede siyasal haklar askıya alınırken, çeşitli alanlarda yeniliklere hız verilmiştir. Özellikle eğitim alanında önemli gelişmeler olmuş ve her düzeyde çok sayıda okul açılmıştır. Ancak bu okullardan yetişenler mevcut siyasal sistemle uyuşamamışlar ve anayasanın yeniden yürürlüğe konması için gizliden gizliye büyük bir mücadele içine girmişlerdir. İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleşen yurt içinde ve yurt dışında özgürlük mücadelesi veren muhalif güçler ordudan aldıkları yardımla istibdat yönetimini yıkarak, 23 Temmuz 1908’de anayasanın yeniden yürürlüğe girmesini sağlamışlardır. İstibdat yönetimi yıkılınca onun dayanağı olan hafiye örgütü ve sansür de kaldırılmıştır. Ülkenin kurtuluşu için insanlar görüşlerini daha rahatça ortaya koyma imkânı bulmuşlardır. Böylece Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük ve batıcılık gibi çeşitli fikir akımları doğmuştur. Bu fikir akımları siyasal kültürün gelişimi yanında Türk edebiyatının gelişimine de
önemli katkılarda bulunmuşlardır. Örgütlenme hareketi hızlanmış çeşitli dernek ve cemiyetler kurularak, ülke aydınları buralarda bir araya gelerek ülke sorunlarını tartışmışlardır. Sansür kaldırıldığı için siyasî, edebî, sanatsal yayın organların sayısı giderek artmış; ülkede âdeta bir fikir seli boşanmıştır. Kültürel değerlerin ortaya çıkarılması için ciddi girişimler başlatılmış; Milî Kütüphane , Millî hazine-i Evrak, Millî Musikî, Millî Filmcilik, Millî Coğrafya cemiyetlerini kurmuştur. İttihatçılar eğitim üzerinde durmuşlar, onu millîleştirmeye ve kısıtlı da olsa laikleştirmeye çabalamışlardır. Kızların eğitimine önem vermişler, darülfünunda kızlar için bölüm açmışlardır. Kızların doktorluk
yapmalarına izin verilmiştir. Kadın hakları konusunda gelişmeler olmuştur. Böylece ilerde Atatürk döneminde yapılacak devrimlere bir zemin oluşturulmuştur. İkinci Meşrutiyet boyunca devleti çağdaşlaştırma çalışmalarına devam edilmiştir. Parlamento kavramı yerleştirilmiş, siyasal partiler kurulmaya başlanmış; Anayasada bazı değişiklikler yapılarak siyasal sistem parlamenter sistem, hâline getirilmiştir. İttihatçılar millî iktisat politikası adıyla bir ekonomi politikası belirlemişler; fakat uygulamaya koyamamışlardır. Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları İttihatçıların çeşitli alanlarda yapmayı düşündükleri reformları engellemiştir. İttihatçılar askerî alanda da birçok yenilik yapmayı plânlamışlar ve bu amaçla İngiltere,Fransa ve Almanya’dan çeşitli uzmanlar getirmişlerdir.
5. Cumhuriyet Döneminde Batılaşma Hareketi
Cumhuriyet’e gelinceye dek, batılılaşma, gerilemeye başlamış olan Osmanlı Devletindeki bu geriliğin nedeni olarak görülen kurumların yanına batı tarzı kurumları koymak olarak görülüyordu. Ancak belli alanlarda yeni kurumlar açmak, çağdaşlaşmak için yeterli olmuyordu. Eski ile yeninin bir arada oluşu, yenilik hareketlerini
baltalıyordu. Batılılaşma, Kurtuluş Savaşının ardından Osmanlı İmparatorluğunun sona erdirilip, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile yeni bir döneme girdi. Büyük Önder Atatürk’ün başlattığı devrimlerle batılılaşmanın anlamı "çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma" başka bir deyişle “çağdaşlaşma” olarak belirginleşti. Saltanat kaldırıldı, Dünyanın en ileri yönetim sistemi olan Cumhuriyet benimsendi, çağdışı kalmış olan medreseler, şerî mahkemeler, tekke ve zaviyeler kapatıldı; dinsel hukuk kaldırıldı. Lâik temellere dayalı bir hukuk sistemi getirildi. Öğretim Birliği Yasası (Tevhid-i Tedrisat) çıkarılarak, lâik bir eğitim sistemi kuruldu. Okur yazar sayısının artmasında en önemli unsurların başında alfabe değişikliği gelir. Arap alfabesi bırakılarak, öğrenilmesi daha kolay olan Latin harfleri benimsendi. Millet Mektepleri ve Halk Odaları açılarak okur yazar sayısı arttırıldı. Daha önce her alanda görülen ikilik ortadan kalktı. Böylece bir yandan ulusal kültür geliştirilirken, bir yandan da çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak, sonra da bilimin ışığında bu düzeyi aşmak için yoğun çabalara girişildi. Ulusal kültürün araştırılması ve yaygınlaştırılması için özerk birer kurum kimliğinde Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu. Halkevleri açıldı. Üniversite reformuyla bilimsel temellere dayanan araştırmalar yapacak, ülkenin ihtiyaç duyduğu teknokratları yetiştirecek, ülkeyi çağdaş uygarlığa taşıyacak aydınları yetiştirmek üzere darülfünundan üniversiteye geçildi. Çağdaş dünyada Türk kadınının gerçek yerini alması için yasal düzenlemeler yapıldı. Devletçilik adıyla yeni bir iktisat politikası izlenerek, ekonomik kalkınmaya büyük bir önem verildi. Kısacası, Batılıların Türk Mucizesi adını verdikleri bir değişim Atatürk’ün sayesinde gerçekleştirildi.
Eski Türk Edebiyatından Yeni
Türk Edebiyatına Geçiş
1. Giriş
Türkiye'de Batılılaşma hareketi, 1839'da ilân edilen Tanzimat Fermanı ile yaşamın her alanına yayılmaya başlamıştır. Batı tarzında okulların açılması, yurtdışına öğrenci gönderilmesi, gazetelerin yayımlanması, yabancı tiyatro topluluklarının İstanbul'a gelip oyunlar sergilemesi, batı uygarlığının pencerelerini açmıştır. İşte 1938-1860 yılları arasında, bu ortamda yetişmiş aydınlar, 1860'tan sonra batılılaşmayı siyaset, toplum ve edebiyat olmak üzere üç alanda
birden sürdürdüler. Edebiyatta batı etkisinin görülmeye başladığı bu döneme Tanzimat Edebiyatı diyoruz.
2. Tanzimat Edebiyatı (1860-1896)
Tanzimat Edebiyatının başlıca şair ve yazarları önce gazetelerde dilin ve edebiyatın nasıl olması gerektiğini tartışmışlardır. Dönemin en önde gelen kişiliği Şinasi, Agâh Efendi ile birlikte çıkardıkları Tercüman-ı Ahvâl (1860) ve yalnız başına çıkardığı Tasvîr-i Efkâr'da Batı uygarlığına ulaşmak için bilgisizlikle yobazlığın ortadan kaldırılması gerektiğini savunmuş; bunun için, gazete aracılığıyla halkın düzeyini yükseltmeye çalışmıştır. Bu sırada halkın analayabileceği bir dile gereksinim duymuş ve yeni, yalın bir düzyazının ortaya çıkmasına önayak olmuştur.
Namık Kemal ise "Lisan-ı Osmanî'nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazatı Şamildir" (Tasvir-i Efkâr, 1866) adındaki uzun makalesinde yapaylığı, gerçeğe dayanmaması nedeniyle Divan Edebiyatını eleştirir. Türk edebiyatının yeniden düzenlenmesi gerektiğini öne sürer. Bunun da yazı dilinin konuşma diline en kısa sürede dönüştürülmesiyle olabileceğini belirtir. Ayrıca N. Kemal, edebiyatın bir ulusun devamının güvencesi olduğunu öne sürerek, edebiyatta toplumsal yarar arama ilkesini ortaya koyar. Ziya Paşa, ünlü Şiir ve Inşa makalesinde Divan Edebiyatının ulusal bir edebiyat olmadığını, çağdaş Türk edebiyatının Halk edebiyatına dayanarak kurulabileceğini
ileri sürer. Halkın düzeyine ve ifade biçimine gidilmesi gerektiğini savunur. Görüldüğü gibi bu dönemin edebiyatçıları Batı edebiyatını örnek alırken, halkın analayabilecği yeni bir dil ve anlatım da aramışlardır.
Bu dönemde Türk edebiyatında en dikkat çekici yan, yüzyıllardır ilk kez edebiyatın toplum hizmetine girmesi olmuştur. Artık edebiyat, eski edebiyatın soyutluğundan, kalıplarından kurtulmuştur. Böylece sanatçılar için daha özgür, yaratıcı olmanın yolu açılmıştır.
Tanzimat edebiyatında 1875'e dek toplumsal yarar ilkesi geçerli olmuştur. Bu yıldan sonra ise romantizmin etkisi kendini gösterir. Batıya yönelme ile birlikte aydınlar bir Avrupa dili, özellikle de Fransızcayı öğrenme çabası içine girdiler. Böylece Fransız kültürü ve edebiyatından etkilenme başladı. Şair ve yazarlar bir yandan eski edebiyattan farklı ürünler verirken, bir yandan da çeviriler yapmaya başladılar.
Önce, Fransa'da öğrenim gören Şinasi'nin Fransız şairlerden çevirdiği şiirleri kitaplaştırdığını görüyoruz. Terceme-i Manzume (1858). Sonra, bir devlet adamı olan Yusuf Kâmil Paşa bir Fransız romanı olan Telemak'ı çevirerek yayımlamıştır (1862). Bunu dünyaca ünlü Sefiller, Robinson Cruzoe, Monte Cristo gibi romanların çevirileri izler.
2.1. Tanzimat Edebiyatında Şiir
Konulardaki büyük değişikliğe karşın, Tanzimat şiiri teknik bakımdan Divan şiirinden çok ayrılamamıştır. Hece ölçüsüne verilen yer artmış da olsa daha çok aruz kullanılmıştır. Yeni nazım biçimlerinin yanında Divan nazmının özellikle gazel, terkib-i bent, kıta biçimleri ve edebi sanatları da görülmektedir.
Tanzimat dönemi şairleri dili yalınlaştırmaya çalışmış, konuşma dili ve anlatımına yönelmişlerdir. Biçim bakımından olduğu kadar, konu bakımından da eski şiirden uzaklaşmaya çalışmışlardır. Özellikle Tanzimat'ın Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa'dan oluşan ilk kuşağının şiirlerinde uygarlık, hak, adalet, yasa, özgürlük, vatan
gibi toplumsal konular ağır basar. İkinci kuşağın Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamit gibi önde gelen şairleri ise Tanrı, madde, ruh gibi fizik ötesi konulara yönelerek bu konuları ikinci plana atmışlardır.
Tanzimat Dönemi şiirinin en önemli temsilcisi kimdir?
Tanzimat döneminde yeni şiirin ilk temsilcisi olan Şinasi (1826-1871), Fransa'ya gitmeden önce klâsik kasideler yazmıştır. Fakat Fransa'dan döndükten sonra kasidede biçim açısından değişiklikler yapmış, ayrıca toplumsal kavramlara yer vermiştir. Artık şiirleri duygusallıktan yoksundur, akılcılık öne çıkmıştır. Bu yönüyle
Şinasi Tanzimat'tan sonraki edebiyatımızda akılcılığın öncüsü olarak yerini almıştır. Şinasi konuşulan Türkçe ile yeni bir şiir dili yaratmayı amaçlamışsa da bunda başarılı olamaz. Ancak bu konuda öncülük etmesiyle, batılı Türk edebiyatının oluşmasına katkılarıyla önem kazanmıştır. Ziya Paşa (1829-1880); Tanzimatla birlikte gelen yeniliklere düşünce olarak bağlıdır. Ancak uygulamada eskiye bağlı olduğu görülür. Uzun manzum önsözünden
dolayı 1874'te yayımladığı Harâbât adlı, antolojisi ile eski edebiyatın propagandasını yapmakla suçlanır. Gerçekten de hece ile yazdığı birkaç şiir bir yana bırakılırsa, Ziya Paşanın şiirleri biçim bakımından Divan nazmına bağlıdır.
Namık Kemal (1840-1888) ise yeniliğe hem düşünce yönüyle bağlıdır, hem de uygulama yönüyle. Edebiyatımızın batılılaşmasını yürekten savunmuş; bütün edebî türlerde eser vermiştir. "Toplum için sanat" anlayışıyla "özgürlük, vatan, yasa, hak, adalet, ahlâk" konularını işlemiştir. Şiirlerinde kimi zaman yeni, kimi zaman da biraz eski biçimleri kullanır. Vâveylâ, Hilâl-i Osmanî gibi kimi şiirlerinde dil, konuşma diline yaklaşmıştır.
Tanzimat'ın ikinci kuşağındaki şairler toplum için sanat formülünden vazgeçmiş;
"sanat için sanat" anlayışına yönelmişlerdir. Bunda 1880'den sonra kendini
iyiden iyiye gösteren romantizmin olduğu kadar, II. Abdülhamit yönetiminin
baskıcı politik koşullarının da etkisi vardır.
Tanzimat şiirinin ikinci kuşağından önde gelen iki şairden biri Recaizâde Ekrem (1847-1914) dir. Ekrem bütün türlerde eser vermiştir. R. Ekrem, şiirin tek amacının güzellik olduğunu düşünür. Çünkü ona göre şiir ahlâka, mantığa uymak zorunda değildir. Ama ahlâka aykırı da olamaz. Güzel olan her şey şiirin konusunu oluşturabilir.
Şiiri bir bütün olarak gören R. Ekrem, hem içeriğe hem biçime büyük önem verir. Biçimde "müzeyyen" i, yani süslü olanı yeğler. Şiirin konuşma dilinden ayrı, kendine özgü bir dile sahip olduğunu öne sürer. Onun bu düşüncesi, ilerde Servet-i Fünün dilinin konuşma dilinden uzaklaşmasına yol açar.
Ancak Ekrem, kuramcı olarak öne sürdüklerini gerçekleştiremez. Bu nedenle edebiyat tarihine iyi bir sanatçı olarak değil, iyi bir kuramcı olarak geçer. Ekrem, divan nazmından vazgeçmese de yeni nazım biçimlerini dener.
R. Ekrem'e göre ölçü (vezin) içeriğe uygun bir ahenkte olmalıdır. Başka bir deyişle, ölçünün müzik yönüyle değerlendirilmesi gerekir. Ekrem'in izlediği başlıca konular aşk ve doğadır. Ayrıca kadın, Türk şiirinde gerçek değerini Ekrem ile bulur. Böylece Türk şiirine ilk kez aile yaşamı girmiş olur.
Fransız romantiklerinin etkisi altında kalmıştır. Bu yüzden şiirleri melânkolik bir havadadır. Yaşadığı acılar da buna eklenince, ünlü bir mersiye (ağıt) şairi oldu.
Şiirin yalnızca nazıma özgü olamıyacağı düşüncesiyle "mensur şiir" biçimini ortaya koydu.
Tanzimat'ın ikinci kuşağında yer alan Abdülhak Hamit Tarhan (1852-1937), batılılaşma hareketinde en önde giden şairlerdendir. Batı şiirinde gördüğü, Türk şiirinde olmayan özellikleri hemen uygulamaya geçmiştir.
A. Hamit'in en çok işlediği konular "aşk" ve "doğa" dır. Doğa, Divan şiirinde bir motifken, Tanzimat'ın ilk kuşağında tasvir malzemesi olarak kullanılmıştır. Ancak Hamit için duygu ve düşünceye seslenen, psikolojik ögelerle bir araya getirilen önemli bir konu olmuştur.
Hamit'in şiirlerinde "ölüm" konusu geniş bir yer tutar. İlk eşi Fatma Hanım'ı yitirdikten sonra yazdığı Makber, Ölü, Hacle gibi şiirlerinde ölümün verdiği acıyı, ölüm ve öteki fizikötesi sorunlarla ilgili düşünceleri işler. Sonunda aklın evrenin gizlerini çözmede yetersiz olduğu sonucuna vararak, Tanrı'ya, dine bağlanır.
Onun şiirlerinde az da olsa toplumsal ögeler bulunur. Bunlar kimi toplumsal aksaklıklar (Garam, Bir Sefile'nin Hasbıhâli) ve vatanî duygular (Ilhâm-ı Vatan)dır. Ancak onun hem fizikötesi düşünceleri, hem de toplumsal sorunlarla ilgili düşünceleri yansıtışı düzensizdir.
Hürriyet Kasidesi'nden
.....
Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhâ-yi hürriyyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyyetten
Gönülde cevher-î elmâsa benzer cevher-î gayret
Ezilmez şiddet-î tazyîkten te'sîr-i sikletten
Ne efsun-kâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyyet
Esîr-î aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten
Senindir şimdi cezbî kalbe kudret setr-i hüsn etme
Cemâlin tâ ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten
Ne yâr-î cân imişsin âh ey ümmîd-i istikbâl
Cihânı sensin âzâd eyleyen bin ye's ü mihnetten
Senindir devr-i devlet hükmünü dünyâya infaâz et
Hüdâ ikbâlini hıfz eylesin her türlü âfetten
Kilâb-ı zulme kaldı gezdigin nâzende sahrâlar
Uyân ey yâreli şîr-î jiyân bu hâb-ı gafletten
.....
Namık Kemal
2.2. Tanzimat Edebiyatında Roman ve Öykü
Batılı anlamda roman da tiyatro gibi 1860'tan sonra başlar. Önce Fransız romanlarından yapılan çeviriler örneklik eder. Sonra yerli romanlar ortaya çıkmaya başlar. Fakat bu romanlar teknik bakımından pek başarılı sayılmaz.
Edebiyat tarihimizde Türkçe yazılmış ilk roman Şemsettin Sami'nin Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat'ıdır (1873).
Bu dönem romanlarında işlenen başlıca konular, batılılaşmanın yanlış anlaşılması, aşk, kadınla erkek arasındaki eşitsizlik, kadının toplumdaki yeri, kölelik ve tarihsel olaylardır. Tanzimat yazarları romanın gerçeği vermesi gerektiği görüşündedirler. Çünkü amaçlar toplumsal yarar sağlamaktır. Özellikle N. Kemal, tiyatro oyunu için düşündüğünü roman için de yineler. Ona göre roman, toplumsal yarar sağlamak için bir araçtır; yararlı bir eğlencedir. Roman ve öykü yazarları gerçekçi konuları işlerler. Fakat işleyiş biçiminde romantizmin ağır bastığı görülür. Gerçekçilik (realizm) ve doğalcılığın (natüralizm) doğru tanımı ve uygulamasını yalnızca Nabizade Nazım'da görebiliriz. Kara Bibik adlı öyküsünün önsözünde gerçekçiliğin ve doğalcılığın ne olduğunu anlatır.
Türk edebiyatında ilk gerçekçi(realist) öykü, Nabizade Nazım'ın Kara Bibik (1890) adlı uzun öyküsüdür. İlk psikolojik roman da onun Zehra adlı eseridir. Tanzimat yazarları kimi roman ve öykülerinde tarihi konu etmişlerdir. Namık Kemal'ın Cezmi (1881) adlı romanı edebiyatımızın ilk tarihsel romanıdır.
Zehra'dan
.....
Eylûl ortalarına dogru Istanbul'a nakledildi. Fakat bu nakl-i mesken [ev taşınması] evin eski istirahatını iade edemedi. Bir kara Zehra oradaki dert ortagı dert ortagı komşulerinden cüda olmuş [uzak kalmış]olup bu hal zavallı kadını pek muazzep etmekte idi. Bundan başka Istanbul'daki evin tertibat-i dahiliyesi [iç bölümleri] tetkik ve tecessüs [gözetleme] işinde ika-i müşkilât eylemekte [zorluk çıkarmakta] idi.
Bu kış Suphi'nin hiçbir gece dışarıda kalmayışı da Zehra'nın şüphelerini, kıskançlıgını büsbütün tahris etmekte [arttırmakta] idi. Geçen sene bazı geceler ateş-i intizar [bekleme ateşi] içinde geçirdigi demleri bu sene aramakta idi. O işkenceler ne kadar şehid olsa yine sevgili zevcinin bir buse-i iltifatıyle [iltifat öpücügiyle] safalara münkalip olurdu [değişiverirdi]. O intizarlar [beklemeler] âsab-ı tahammülüne [dayanma sinirlerine] ne kadar yorgunluk vermiş bulunsa yine sevgili Suphi'sinin bir hande-i dilnevaziyle [gönül alan gülümsemeyle] mübeddel-i istirahat olur [rahatlığa çevrilir] giderdi. Beklerdi ama bir ümit beklerdi. daima da o ümidi der-aguş ederdi [kucaklardı]. Şimdi ise vakaa o intizarlardan, o yorgunluklardan eser yok; fakat çektigi azap daima azap olmak üzere sürüp gidiyor idi. Yeislerine karşı bir tesliyet yüz göstermemekte, aglayıp yattıgı halde hiçbir el yaşlarını silmemekte idi.
Suphi, Sırrıcemal'e olan iptilâsını [tutkunluğunu] âdeta izhar [belli] idi. Zavallı Zehra'yı canından bezdiren de bu ilân-i iptilâ [tutkunluğun açığa vurulması] idi. Kendisi gittikçe azap içinde yıpranıp solmakta iken Sırrıcemal'in gittikçe neşeler içinde açılıp serpildigini görmekte idi. Hele beyinin gün geçtikçe kendisinden tebaütle [uzaklaşarak] Sırrıcemal'e tekarrüp edişini [yaklaşmasını], aşikâre seyretmekte idi. Bu işkencelerin başlıca müsebbibini Minire addettiginden [saydığından] ogluna karşı olan gayz ü adaveti [kini ve düşmanlığı]
anası aleyhine de taslit etmekte ve kadıncagızı her vesile ile tahkir eylemekte idi.
Münire de sebeboldugu dahiyenin [belânın] vehametini teyakkun eylemiş [iyiye anlamış] ise de iş işten geçmiş, ok yayından çakmış idi. Cehl ü gafleti yüzünden sevgili çocuklarının safa-yi saadetlerini [saadet safalarını] mahv ü pâymal ettigini [yok edip ayaklar altındaçiğnediğini] dövüne dövüne hükm ile âkıbetin bir felâkete müncer olmamasını [varmamasını] Hak'tan tazarru ve niyaz eylemekte idi.
Suphi, Zehra'nın çılgınlıklarına, rekabetine [çekemezlik yarışına], gayzına filân ehemmiyet vermez olmuş ve olanca meşguliyetini Sırrıcemal'e hasreylemiş idi. Gün geçtikçe bu kız hakkındaki sevda-yi müştehiyanesi [istekli sevdası] hüküm ve kuvvetini teşdit eylemekte [kuvvetlendirmekte], Sırrıcemal'in etvar-i şuhane ve harekat-i şuhane ve harekât-i müşevvikanesi [kıvrak tavırları teşvik edici hareketleri] de gün geçtikçe inbasata gelmekte [açılıp gelişmekte] idi.
.....
Nâbizâde Nâzım Tanzimat roman ve öyküsünde dil bir ölçüde yalınlaştırılmaya çalışılmıştır. Özellikle Ahmet Mithat halk için yazdığını açıklayarak, yalın sayılabilecek bir dil kullanmıştır. Fakat gelişigüzel, özensiz yazması, yalınlaşmaya tepki uyandırmıştır. Namık Kemal gibi, romanın bir sanat ürünü de olduğunu düşünen yazarlar, sanatlı bir dil kullanmışlardır. Dil konusunda en başarılı yazar, olabildiğince Arapça ve Farsça sözcüklerden, tamlamalardan uzaklaşan Nabizade Nazım'dır. Tanzimat edebiyatının roman ve öykü yazarlarını ve başlıca romanlarını, öykülerini şöyle sayabiliriz: Şemsettin Sami (Roman: Taaşsuk-ı Talât ve Fitnat), Ahmet Mithat
(Roman: Hasan Mellâh, Dünyaya Ikinci Geliş, Hüseyin Fellâh, Felâtun Beyle Rakım Efendi, Yeryüzünde Bir Melek. Öykü: Esaret, Gönül, Mihnetkeşan, Firkat, Bir Tövbekâr), Nabizade Nazım (Roman: Zehra. Öykü: Yadigârlarım, Kara Bibik), Namık Kemal (Roman: İntibah, Cezmi), Sami Paşazade Sezai (Roman: Sergüzeşt. Öykü: Küçük Şeyler), Recaizade Ekrem (Roman: Araba Sevdası. Öykü: Muhsin Bey, Şemsa), Mehmet
Münci (Roman: Meraret-i Hayat), Mizancı Mehmet Murat (Roman: Turfanda mı, Yoksa Turfa mı).
2.3. Tanzimat Edebiyatında Tiyatro
Türk tiyatrosu, Tanzimat'a dek Karagöz v e Orta Oyunundan oluşmuş bir halk tiyatrosu biçimindedir. Tanzimat'la birlikte Avrupaî biçimler tanınmaya başlamıştır.
1840'tan başlayarak, önce İtalya, Fransız tiyatroları kurulmuş; sonra Hacı Nazım, Hasköy, Şark, Ortaköy gibi yerli tiyatrolar açılmıştır. İlk Türk tiyatrosu 1867'de kurulan Osmanlı Tiyatrosu'dur. Sahibi Güllü Agop'tur.
Bu tiyatroda Namık Kemal, Âli Bey, Ahmet Mithat, Ebuzziya Tevfik, Şemsettin Sami gibi yazarların oyunları sahneye konmuştur. İlk Türk operaleri Arif'in Hilesi, Leblebici Horhor, Köse Yahya burada oynanmıştır.
İlk Türk tiyatro oyununu kim yazmıştır?
İlk Türk oyununu Abdülhak Hamit'in babası Hayrullah Efendi yazmıştır. Hikâye-i Ibrahim Paşa be Ibrahim-i Gülşenî oyun dört perdelik küçük bir dramdır. İkinci eser ise Şinasi'nin Şair Evlenmesi adlı güldürüsüdür. Oyunda hem batı tiyatrosunun, Molière (Molyer) güldürülerinin etkisi görülür, hem de orta oyununun izleri. Tiyatro eserini de gazete gibi halkı bilinçlendirmek için bir araç sayan Şinasi'nin oyununun konusu "görücü usulüyle evlenme’dir.
Tiyatroyu hem bir eğlence, hem de düşünce yönüyle önemli bir kurum, adetâ bir ahlâk ve dil okulu olarak gören Namık Kemal, hem düşünceleriyle, hem yazdığı oyunlarla dikkati çeker: Vatan yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Kara Belâ, Celâleddin-i Harzemşah, Gülnihal. Dönemin öteki tiyatro yazarlarından önde gelenleri şöyle sıralayabiliriz: Ali Haydar (Sergüzeşt-i Perviz), Âli Bey (Kokana Yatıyor, Misafiri Istikal, Geveze Berber, Letâfet,
Recaizade Ekrem (Afîfe Anjelik, Atalâ yahut Amerika Vahşileri, Vuslat, Çok Bilen Çok Yanılır), Ahmet Mithat (Eyvah, Açık Baş, Ahzı Sâr yahut Avrupa'nın Eski Medeniyeti, Çerkez Özdenler, Bir Facia yahut Siyavuş, Çengi yahut Danıj Çelebi, Zîba), Şemsettin Sami (Besa yahut Ahde Vefa, Seydî Yahya, Gave)
Tanzimat Edebiyatında roman, öykü, tiyatro dışında kalan türler nelerdir?
Şiir, roman, öykü ve tiyatro dışında kalan türler de görülür bu dönemde. Tanzimat öncesinde az çok bu türlerde eser verilmişse de batılı anlamdaki örnekler ancak Tanzimat edebiyatında görülür. Bu türlerin başında gülmece (mizah), yergi (hiciv), edebî eleştiri, edebiyat tarihi ve gazetelerde yer alan makale, fıkra, deneme gelir. Batılı anlamda gülmecenin yazarları Edhem Pertev Paşa (Avavanâme), Âli Bey (Lehçetü'l- Hakaayık, Seyyarreler).
Yergide önde gelen yazarlar Ziya Paşa (Zafernâme), Namık Kemal (Hirrernâme, Hürriyet Kasîdesi), Mehmet Eşref (Istimdad, Deccal, Hasbıhâl)'tir. Ebedi eleştiride Ziya Paşa (Şiir ve Inşa, Harabat), Namık Kemal (Tahrîb-i Harabat, Takip), Recaizade Ekrem (Tâlim-i Edebiyat, III. Zemzeme, Takrizat), Muallim Naci (Demdeme,
Istılahat-ı Edebiye) öne çıkarlar. Edebiyat tarihi konusunda çalışan yazarlar ise Ebuzziya Tevfik (Numune-i Edebiyat-ı Osmaniye), Abdülhalim Memduh (Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye), Recaizade Ekrem (Kudernadan Birkaç Şair), Muallim Naci (Osmanlı Şairleri) ve Faik Reşat (Eslâf)'tır.
3. Servet-i Fünun Dönemi Edebiyatı (1896-1901)
Servet-i Fünun, gerçekte, daha çok bilimsel yazıların yayımlandığı bir dergidir. Ancak 1896'da yazı işleri müdürlüğüne Tevfik Fikret'in getirilmesiyle bir edebiyat ve sanat dergisi durumuna gelir. Zamanın önde gelen ve batılı tarzda bir edebiyattan yana olan yazarlar bu dergide toplandığı için, Servet-i Fünun adı dönemin de adı olur.
Edebiyat-ı Cedide nedir?
Servet-i Fünun dönemine verilen ikinci bir addır. Batılı edebiyat, yeni edebiyat anlamında kullanılan bu terim, Servet-i Fünun'da yazan şair ve yazarların benimsemeleri ile akım ve dönem adı olarak yerleşmiştir.
Servet-i Fünun şair ve yazarları, Tanzimat edebiyatıyla gelen batılı tekniği geliştirmişlerdir. Sonuçta Servet-i Fünuncuların çabalarıyla Avrupaî tarzda bir edebiyat oluşmuştur.
3.1. Servet-i Fünun Döneminde Şiir
Tanzimat şiirinde bir yandan eski, bir yandan yeni nazım biçimleri kullanılmıştı. Servet-i Fünuncular ilk şiirlerinden sonra eskiyi bırakarak, yeni nazım biçimlerine yönelmişlerdir. "Sone" gibi Fransız şiirinden aynen alınanların yanında, Divan şiirinden
alınıp değiştirilerek, Fransız şiirinin serbest nazım biçimi durumuna getirilen "serbet müstezat" gibi biçimler kullanıldı. Ayrıca Divan şiirinde de Fransız şiirinde de bulunmayan yeni nazım biçimleri yaratıldı. Servet-i Fünun döneminde şiirin konusu alabildiğine genişletildi. Şair ilgi çekici bulduğu her ögeyi şiire konu edebilmekteydi. Ancak hem mizaçları, hem de dönemin baskıcı siyasal koşulları nedeniyle şairler bireysel duyguların anlatımına daha çok yer verdiler. Bu yüzden:
Servet-i Fünun şiirinde en çok işlenen konular "aşk", "doğa" ve "aile yaşamı"dır.
Şairler "sanat, sanat içindir" anlayışına bağlıdırlar.
Toplumsal konular, dergi kapanıp topluluk dağıldıktan sonra, kimi şairlerce işlendi. Servet-i Fünun şairleri 19. yüzyıl Fransız şiirinde görülen romantizm, sembolizm gibi akımlardan etkilendiler. Bu sırada getirdikleri kimi hayalleri kullanmak, sanatkârane bir biçim yaratmak istediler. Bunun için de daha çok Arapça, Farsça
sözcük kullanarak, dili ağırlaştırdılar. Öte yandan aruza bağlılıklarını da sürdürdüler.
Servet-i Fünun hareketinin önderi Tevfik Fikret (1867-1915)'tir.
Tevfik Fikret, edebiyatımızın batılı kimlik kazanmasında, özellikle şiirin çağdaş bir yapıya kavuşmasında büyük etkisi olan bir şairdir. Divan şiirinde anlamın beyitte tamamlanması geleneğini değiştirmiş; müstezatı, Fransız şiirindeki serbest nazma benzetecek serbest müstezat durumuna getirmiştir. Sonenin kullanımını arttırmıştır. Şiire konuşma dilinin kimi özelliklerini sokmuştur. Ancak yine de Osmanlıca’dan koparmamıştır.
Dönemin önde gelen öteki şairleri Cenap Şehabettin (1870-1934), Hüseyin Siyret Özsever (1872-1959), Hüseyin Suat Yalçın (1867-1942), Ali Ekrem Bolayır (1867- 1937), Süleyman Nazif (1869-1927), Faik Ali Ozansoy (1876-1950), Celâl Sahir Erozan (1883-1935)'dır.
Sis
Sarmış yine âfâkını bir dûd-i muannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyapey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyliyemez gavrine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-i mezâlim!
Ey sahn-i mezâlim... Evet, ey sahne-i garrâ,
Ey sahne-i zî-şa'şaa-i hâile-pîrâ!
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı;
Şarkın ezelî hâkime-i cazibedârı:
Ey kan'ı muhabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sîne-i meshûf-i sefâlet;
Ey Marmara'nın mâi der-âgûşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tâde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-i müsahhir,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
Hüsnünde henüz tâzeligin sihri hüveydâ,
Hâlâ titirer üstüne enzâr-ı temâşa.
Hâricden, uzaktan açılan gözlere süzgün
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün!
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis:
Üstünde coşan giryelerin hepsine bîhis.
Te'sis olunurken daha, bir dest-i hıyânet
.....
Tevfik Fikret
3.2. Servet-i Fünun Döneminde Roman ve Öykü
Bu dönemin romanlarında olay örgüsünün, konuların, konuşmaların başarılı bir biçimde yer aldığı görülür. Bu nedenle Servet-i Fünun romanı Tanzimat romanından daha sağlam bir tekniğe sahiptir. Servet-i Fünun romancıları dönemin başlarında hem romantizmin etkisindedirler, hem de baskıcı bir siyasal ortam içinde yaşamışlardır. Bu yüzden önceleri daha çok bireysel konuları işlemişlerdir. Sonraları gerçekçiliğe (realizm) yönelmiş, eserlerinde toplum yaşayışını vermeye başlamışlardır. Toplumun nasıl batılılaştığını; batılaşmanın yanlış anlaşıldığını anlatmış; batılı aile ve toplum yaşantısının doğru örneklerini göstermeye çalışmışlardır.
Servet-i Fünun döneminin en başarılı romancısı Halit Ziya Uşaklıgil (1867-1945)'dir.
Uşaklıgil, ünlü romanı Aşk-ı Memnu (1900)'da varlıklı bir ailedeki batılı yaşam biçimini anlatır. Mai ve Siyah (1897) adlı romanında ise o dönemin basını, bir Türk ailesinin yaşayış biçimi ve bir şairin dünyası verilmiştir.
Bu dönem roman ve öykücüleri batılaşmadan sonra aşk konusunu işlemişlerdir. Özellikle Mehmet Rauf (1875-1931) romanlarında bireylerin iç dünyasını ve romantik aşkları konu edinmiştir. Onda toplumsal ögeler çok az yer alır; ağırlık psikolojik içeriklidir.
Mehmet Rauf'un Eylül (1901) adlı eseri Türk edebiyatının en başarılı psikolojik romanıdır.
Dil ve anlatım, Servet-i Fünun roman ve öyküsünün en zayıf yönüdür. Yazarlar sözlüklerden, unutulmuş Arapça, Farsça sözcükleri bulup kullanmışlardır. Tanzimatta Namık Kemal'le başlayan sanatlı anlatımı daha da ağırlaştırmışlardır. Bu yüzden yer yer dil anlaşılmaz duruma gelmiştir. Servet-i Fünun döneminin öteki roman ve öykü yazarlarını ve başlıca eserlerini şöyle sıralayabiliriz: Hüseyin Cahit Yalçın (Roman: Hayal Içinde. Öykü: Hayat-ı Muhayyel), Ahmet Hikmet Müftüoğlu (Roman: Gönül Hanım. Öykü: Haristan ve Gülistan, Çaglayanlar), Safveti Ziya (Roman: Salon Köşelerinde. Öykü: Bir Tesadüf, Kadın Ruhu).
3.3. Servet-i Fünun Döneminde Tiyatro
Servet-i Fünun, âdeta tiyatronun yok olduğu bir dönemdir. Buna Tazminat döneminde Gedikpaşa'da yapılan Osmanlı Tiyatrosunu II. Abdülhamit'in yıktırması (1884) , sanat ve düşünce yanı ağır basan oyunların oynanmasına izin vermemesi yol açmıştır. Tiyatro topluluklarının kimisi İstanbul dışına gitmiş, kimisi dağılmıştır.
Sahnelerde ancak tulûat tiyatroları ve melodramlar kalabilmiştir. Dönemin yazarları da bu yüzden tiyatro ile uğraşamamışlardır. Ancak 1908'den sonra oyun yazmayı deneyen belli başlı sanatçılar Hüseyin Suat Yalçın (Şehbâl yahut Istibdadın Son Perdesi, Kirli Çamaşırlar), Mehmet Rauf (Pençe, Cidâl), Cenap Şehabettin
(Yalan, Körebe), Halit Ziya Uşaklıgil (Kâbus), Ali Ekrem (Sukût, Mama Dadım Darılır), Safveti Ziya (Payitahtın Kapısında)'dır. II. Abdülhamit'in baskıcı yönetimi yüzünden, bu dönemde gülmece, yergi gibi türlerde eser verilmemiştir. Ancak 1908'den sonra Cenap Şehabettin, Hüseyin Suat Yalçın, Süleyman Nazıf ve Doksan Beş'e Dogru, Rübab'ın Cevabı, Han-ı Yagma adlı şiirleriyle Tevfik Fikret görünür. Çok Bilen Çok Yanılır'dan
Recaizâde Ekrem
4. Servet-i Fünun Edebiyatı Dışında Kalan Edebiyat
Edebiyatımızın batılılaşmasını istemeyen ama halkın anlayabileceği bir edebiyat oluşturma çabası içinde olan kimi şair ve yazarlar Servet-i Fünun topluluğuna katılmazlar. İsmail Sefa (1867-1900), Nigâr Hanım gibi şairler Divan şiiri geleneğine bağlı kalırken, Rıza Tevfik Bölükbaşı (1869-1949) ve Mehmet Emin Yurdakul (1896-1944) Servet-i Fünun şiiri ile halk şiirinin kimi ögelerini birleştirmeye çalışmışlardır. Mehmet
Akif Ersoy (1873-1836) ise büyük ölçüde Divan şiirine bağlı kalmakla birlikte yer yer konuşma dilini kullanmasıyla dikkati çeker.
1. İsabet-i ayn, nazar değme.
2. Mütehayyirane, şaşkın
bir halde.
3. Mütelessimane, gülerek.
4. Bir hayret-i müteessirane
ile, kederli bir şaşkınlıkla.
Bu dönemde Servet-i Fünun dışındaki romancıların başında Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944) gelir.
Hüseyin Rahmi, doğalcılığın (natüralizm) Türk romanındaki ilk büyük temsilcisidir. Çok değişik toplumsal konuları işlediği romanları o dönemin toplum yapısını bütün gerçekliğiyle gözler önüne serer. Ahmet Rasim (1867-1932), Fatma Aliye (1864-1924), Güzide Sabri Aygün (1886-
1946)'da Servet-i Fünun dışında kalan roman ve öykü yazarlarıdır.
5. Fecr-i Ati Dönemi Edebiyatı (1909-1912)
Servet-i Fünun'dan sonra yetişen genç kuşak edebiyatçılar, 1909'da bir araya gelerek Fecr-i Ati topluluğunu oluşturdular. Topluluk üyesi olan Ahmet Haşim, Ahmet Samim, Tahsin Nahit, Celâl Sahir, Hamdullah Suphi, Refik Halit, Şehabettin Süleyman, Yakup Kadri ile öteki şair ve yazarlar bir beyanname hazırlayarak, kendilerini kamuoyuna tanıttılar. Fecr-i Ati topluluğunun 24 Şubat 1910'da, Servet-i Fünun dergisinde yayımladıkları beyanname, Türkiye'de bir ebedî toplulukça yayımlanmış ilk bildiridir. Bu bildiride Fecr-i Ati topluluğunun amaçları dil ve edebiyatın gelişmesine çalışmak, konferanslar düzenlemek, kamuoyunu aydınlatmak, Batının önemli eserlerini çevirtmek, Batı'daki benzer oluşumlarla ilişki kurmaktır. Fakat topluluğun ömrü kısa sürer. Fecr-i Ati, 1912'de dağılır.
5.1. Fecr-i Ati Döneminde Şiir
Fecr-i Ati şiirinin konusu, dili, ölçüsü Servet-i Fünundan farklı değildir. Yalnız Fecri Ati şairleri sembolizmi tanımaya ve uygulamaya çalışmalarıyla Servet-i Fünun'culardan ayrılırlar.
Fecr-i Ati şiirinin en önde gelen şairi Ahmet Haşim (1884-1933)'dir.
A. Haşim, şiirin dilinin müzik ile söz arasında ve sözden çok müziğe yakın olduğunu öne sürer. Ona göre, sözcükler şiire anlamdan çok müzik değerleri ile girer. Konu, ise bir araç olmaktan öteye gitmez.
Haşim, şiirlerinde çocukluk anılarını, aşk ve doğayı konu etmiştir. Dili önceleri Servet-i Fünun şiiri gibidir. Ancak sonra konuşma Türkçe’sine yönelir. Müzik yönünden yetersiz bulduğu için heceyi değil, hep aruzu kullanmıştır.
Hilâl-i Semen
Daha pek yavru, pek küçükken ben,
Büyük-annem tutardı alınımdan,
"Bana bak, böyle dil-berimin!" derdi.
Sonra, mâh-ı nev-incilâya bakar,
Leb-i magmûmu bir bükâ saklar,
Bir hitâb-î semâyı dinlerdi.
Ey, hayâtımda her dogan derdi
Kalb eden bir ziyâ-yı hissîye,
Bu duâsıydı eski bir rûhun
Sis ve zulmette gizli âtiye.
Leyle-î gayb, sırr-ı müstakbel
Çeşm-i sâfında hasta bir çocugun
Gizli fecrin ziyâsında emel,
Bir tesellî-i mihribân alacak,
O harâbât-ı târ ü sâkiteye
Dogacak belki bir ziyâ-yı şafak.
Böyle bir nev-hilâli seyr etti
O soluk göz ki şimdi topraktan
Seyr eder başka bir hilâl-i semen.
Ben ki efsâne-î tahayyülden
Hep hayâtımda bir emel taşıdım,
O solan şi'r-i sâf ü magmûmu
hep o mâzîyle duymak isterdim
Gözünün samt-ı pür-sükûnunda.
Gel, bu şâmın gümüş sükûtunda
Bu sedeften hilâle karşı senin
Bir yeşil bûse saklayan gözünün
Göreyim cennetinde âtîmi.
Ahmed Hâşim
Fecr-i Ati'nin öteki şairleri Emin Bülent (1886-1942) Tahsin Nahit (1887-1919) ve Mehmet Behçet (1890 1980)'tir.
5.2. Fecr-i Ati Döneminde Roman ve Öykü
Çok kısa süren Fecr-i Ati döneminde ilk göze çapan yazarlar Yakup Kadri ve Refik Halit'tir. Ancak her ikisi de daha sonra Fecr-i Ati'den ayrılıp, Millî Edebiyat Hareketine katılmışlardır. Fecr-i Ati'ye bağlı kalmış roman ve öykü yazarları olarak Süleyman Cemil Alyanakoğlu (1886-1940) ile İzzet Melih Devrim (1887-1966)'i sayabiliriz.
5.3. Fecr-i Ati Döneminde Tiyatro ve Öteki Türler
Fecr-i Ati, II. Meşrutiyetin ilânından sonraki yıllara rastladığı için tiyatro çalışmalarının yoğunlaştığı bir dönemdir. Yurtseverlik, istibdat aleyhtarlığı gibi konuların işlendiği oyunlar sahneleri kaplamıştır. Namık Kemal'in oyunları, özelilkle Vatan yahut Silistre ve Akif Bey çok ilgi görmüş, çok oynanmıştır. Ancak Fecr-i Ati üyeleri pek başarılı değildir. Şehabettin Süleyman (1885-1921) ve Tahsin Nahit bunların önde gelenleridir. Teknik olarak daha iyi bir tiyatro yazarı olan Müfit Ratip (1887- 1917) ise genç yaşta öldüğü için az sayıda eser verebilmiştir.
Fecr-i Ati edebiyatında gülmecenin en başarılı örneklerini (Harman Sonu, Kırpıntı, Şeytan Diyor ki) Fazıl Ahmet Aykaç (1884-1967) vermiştir. Ebedî eleştiride ise Yakup Kadri, Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi, Mehmet Fuat, Şehabettin Süleyman ve Müfit Ratip öne çıkmıştır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder